2 Aralık 2018 Pazar

KİTAP ÖNCESİ

Sevgili dostlar, yazılarımı takip edenlerin bildiği üzere 2017 yılının ilk haftasından başlayan yazı serüvenime bu hafta itibarıyla ara veriyorum. 

Evet, 100 hafta boyunca verdiğiniz güç ve destek ile yaşam tecrübem, ruhsal dünya ile ilgili araştırıp, okuyup incelediğim birçok konuda sizlerle paylaşımda bulundum. 
Fiziksel dünyamız ile ruhsal dünyamız arasında köprüler kurmaya gayret ettim, bunun nasıl yapılabileceği konusunda düşüncelerimi paylaştım.

Amacım hiçbir zaman kimseye bir şeyleri dikte etmek olmadı, sadece benim de uygulayıp, sahada tecrübe ettiğim ve faydasını gördüğüm bilgi kırıntılarını sizlerle paylaşmak istedim. 
Çünkü, yaşamım boyunca iki şeyin paylaşılarak çoğaldığını gayet iyi gözlemledim. 
Bunlardan birisi "Sevgi", diğeri ise "Bilgi"

Eğer, bugüne kadar yazdıklarımla sizlere bir nebze de olsa farklı bir pencere açıp, farklı bir düşünceye sevk edebildiysem, ne mutlu bana...

Şimdi 100 hafta boyunca yazdıklarımı bir kitap olarak yayınlama çalışmalarına başladığımdan, yeni yıla kadar yazılarıma ara veriyorum. 

Yeni yılda, yeni konular ve dünyanın gittiği istikametle ilgili düşüncelerimle, yine sizlerle birarada olmaya çalışacağım. 

Ayrıca, tarihleri önceden belirlenmiş  rutin sohbet toplantıları da yapacağım. 
Bir başka yenilik de, yeni yılda,  www.yasamvesen.com' daki yazıları sesli kitap olarak yayınlama projesi... Artık yazılarımı dinleyebileceksiniz.

Yeni yılda tekrar görüşünceye kadar her şey gönlünüzce olsun...
Sevgiyle kalın...

25 Kasım 2018 Pazar

SONUNDA ...

2 yıllık bir serüvenin sonunda 99 hafta ve 99 farklı konu başlığından sonra, sanırım bir özet çıkartmanın zamanı geldi.


Fiziki alem, kendini tanımak, diğer alemler, beden, ruh, ruhsal alem, spatyom, ölüm, yaşam, ruhun ölümsüzlüğü, dualite, vicdan, bilinç, alt bilinç, bilinç dışı, ben, ego, mutluluk, hırslarımız, korkularımız, ölüm korkusu, enerji, kuantum, ben kimim, melek, şeytan, hislerimiz, kader, zaman, rüyalar, lüsid rüyalar, beden dışı deneyim, dualar, iyi enerji, kötü enerji, görevli varlıklar, arzular, istekler, algı, algı yönetimi, birlik, teklik, hiçlik, melek, şeytan, ego, iç ses, deja vu, duru görü, zaman, ezoterizm, inanç sistemleri, kavgalarımız ve nihayetinde tekamül...

Evet, onlarca başlık, onlarca konu....

Peki bütün bunlar niçin, neden?
Aslında bir yolculuk da diyebiliriz. 

Yaşam nedir, ben kimim? sorularının cevaplarını sizlerle birlikte bulmak için, 100 hafta boyunca kaleme aldığım, kendi açımdan ve kendi yaşam tecrübemle çıkardığım sonuçların sizlerle paylaşılması da, diyebiliriz.

Ruhun ölümsüzlüğü, tanrı inancı gibi konuları işlerken aslında bu yaşamda bulunma gereğinin, tekamülümüzden başka bir şey için olmadığını gördüm.. 
Tekamül, iyi insan, kamil insan olma yolculuğu.... Bu yolculukta belki de öğrendiğim en önemli şey, fiziki alemde mutlak doğru diye bir kavramın olmadığı.  

Zaten yolculuğumuzun nihai amacı mutlak doğruyu bulmak değil mi?
Bu konuda aklımıza gelen sorulara cevap bulmak için, öncelikle fiziki alem ile ruhsal dünyanın ne olduğunu anlamış olmamız gerekir. Unutmayalım ki, bedenimiz fiziki dünyaya ait iken, ruhumuz başka bir aleme ait ve içinde bulunduğumuz fiziki alemde bedeni kullanıyor. 
Ruh ve beden için birbirine muhtaç, ayrılmaz ikili de diyebiliriz. 
İşte, bu ikili birlikte bir yaşam senaryosunu hayata geçirip, yürütüyor.  Kimisi uzun, kimisi kısa, kimisi yokluk, kimisi varlık imtihanı içeren, kısaca ifade edecek olursak, dualitenin tüm kavramlarını içeren milyarlarca senaryo dolu bir alem... 
Aslında basit ama bizlerin karmaşık hale getirdiği bir ilişkiler yumağı.

Kendi adıma yazdıklarımdan bazı çıkarımlarım var ve yine kendi adıma bunları yaşamımda uygulama gayreti içindeyim. "Başarabiliyor musun?" derseniz, en azından gayret gösteriyor ve başarabildiklerimle yaşamı daha keyifli bir hale getirebildiğimi görüyorum.  Bu yolda sağlayabildiğim en ufak bir ilerleme bile öz güvenimin daha da güçlenmesini destekliyor ve bu sayede insan daha gayretli bir çabanın içine giriyor. 

Farklı bir gözle yaşama bakabilme, tolerans ve hoşgörüyü yaşama yansıtma, herkesin kendi dünyası olduğu ve bizlerin de aslında buna saygı duymamız gerektiği gibi her gün alınan onlarca, yüzlerce, binlerce ders... Belki de yaşam boyu bitmeyen dersler diyebiliriz.

"Ben" ile "Ego"nun aynı şey olmadığını anlamak ve ikisi arasındaki farkı oluşturan ince çizgiyi görebilmek... 
Tekamül yolunda sağlanan her bir ilerlemenin daha farklı bir algı kapısı açtığı, sonunda yaşam dediğimiz senaryonun hem senaristi ve hem oyuncusu olduğumuzu idrak edebilmek...
Daha da önemlisi zaman denen kavramın sadece bir aldatmaca olduğu yanında; geçmişin, geleceğin ve anın aynı olduğunu idrak etmek.
Yaşam denen olgunun aslında bir illüzyondan öte bir şey olmadığını, her şeyin bizim bilinç dünyamızda şekillendiği ve aslında istersek, bazı şeyleri nasıl da kolayca değiştirebileceğimize şahit olmak.

Özetle; neden, niçin, nasıl sorularının bitmeyen cevapları yanında, daha güzel, daha mutlu, daha huzurlu ve daha dingin bir hayatın şifrelerini çözebilmek...

Çok mu zahmetli dersiniz? 
Tabii ki zahmeti var, çünkü tüm bunları yapmaya çalışırken kendinizle mücadele edeceksiniz ki, bu da insan denen varlığa yaşamda en zor gelen şey.

Ne dersiniz, uzun ince yaşam yolunda kazanacaklarımız bu zahmete değmez mi?

17 Kasım 2018 Cumartesi

ARZULAR VE İSTEKLER

İnsanoğlu doğası gereği bazı özellikler taşır ve bunlar doğuştan genlerimize kodlanmıştır.

Evet, doğuştan kodlanmış bu özellikler arasında çok önemli iki dürtü vardır, bunlardan ilki insanın hayatta kalma, ikincisi ise insanlığın neslini  devam ettirme dürtüsüdür. Ancak tespit ettiğim,  yaşam senaryomuzu gerçekleştirebilmek için gerekli etmenlerden biri olan oldukça önemli bir üçüncü dürtü vardır ki, o da "Arzulamak veya istemek" dürtüsüdür.

İlk iki dürtümüzü bir kenara bırakarak ben  "Arzu ve istekler" konusunu biraz açmak ve irdelemek istiyorum.
Çünkü bilir misiniz ki, aslında hepimizin yaşamında en önemli konular ve birçok problem bahsettiğim bu dürtülerden kaynaklanmaktadır.
Bir yerde hayatta kalmak ve nesli devam ettirmek konuları içgüdüsel hareket ve davranışlardır. Yani pek de bizlerin kontrolünde değildir. Ama, "Arzu ve istek" dediğimizde, konu başka bir mecraya taşınmaktadır. Zira arzu ve istekler, bizim tekamül yolunda gelişebilmemiz için yarattığımız manialar gibidir. Yani tekamül yolunda ilerleyebilmek için önümüzdeki engeller olmakla birlikte, aynı zamanda kontrol da edebileceğimiz duygulardır.

Konuya şöyle bakalım;
Arzu ve istek deyince, öncelikle insanı doğrudan mutlu edecek şeyleri sıralayabiliriz ki, bunlar çoğunlukla fiziki alemdeki enstrümanlar  ve maddelerdir. Sahip olma duygusu, bir şeylere sahip olunduğunda duyulan haz, kısacası dünya tabiri ile iyi ve güzel dediğimiz tüm şeylere erişme isteği.
Aynı şey duygusal taraf için de geçerlidir; sevmek, sevilmek, beğenilmek gibi. 
Eğer, arzu ve iste arasında bir ayırım yapmak gerekirse; arzuları duygusal ihtiyaçlar, istekleri de fiziksel ihtiyaçlar olarak belirleyebiliriz. Her halükarda, arzu ve istekler yerine gelince geçici de olsa bir mutluluk yaşarız. Geçici diyorum, çünkü yaşam senaryosunda sürekli mutluluk diye bir şey yoktur.

Evet, insanlar sürekli bir şeyler ister ki, bu bir yandan yaşamın da gerçeğidir. Yaşamlarımız çevremiz, ailemiz, eş, arkadaş ve çocuklarla sarılı bir ilişkiler yumağıdır ve bu yumak içinde sınırsız arzu ve isteklerin olmaması mümkün değildir. Bu ilişkiler yumağı içinde sürekli bir şeyler ister dururuz... iş, ev, araba, gezmek... sevmek, sevilmek isteriz. 
Listeyi binlerce örnekle çoğaltarak uzatmak mümkün... Fakat çok önemli bir noktayı gözden kaçırmayalım. Yaşamımızda, her bir istek ve arzunun önümüzde aşılması gereken, yeni bir engel yarattığı gerçeğidir. 
Siz hiç hayatınızda "Ben olumsuz, kötü, çirkin bir şey istiyorum, mutsuz olmak istiyorum" diyen birisini duydunuz mu?
Ne duyarsınız, ne de görürsünüz, çünkü insan denen varlığın temayülü hep iyiden, güzelden yanadır. Evet, kısacası herkes elde etmek, sahip olmak içgüdüsü ile istek ve arzularının karşılığını almak istiyor. Olumlu olana ilgi duyup, olumsuz  olandan kaçarak.

Bakın, bizleri tekamül yolunda ileri götürecek olan tek gerçek, zıtlıklar; olumlu ve olumsuz, yani düalite denen kavram yine önümüze çıktı... 

Peki, şimdi işin can alıcı noktasına bakalım. İnsanlar arzu ve isteklerin peşinden koşarken neden mutsuz oluyor ve huzuru bulamıyor?
Sebep çok basit, doğal davranış olarak insanlar odaklandıkları güzel, iyi diye adlandırabileceğimiz onlarca şeye sahip olamadıklarında mutsuz oluyorlar. Doğal olarak mutsuz olan bir insanın, huzurlu olması da mümkün değildir. 
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim mutluluk ve huzur aynı şeyler değildir. Birisi fiziki alemin vardığı netice ve fiziki aleme ait bir değer,  diğeri ruhsal dünyaya, yani iç dünyamıza ait bir değer. Yani, şöyle de diyebiliriz, "Mutluluk, huzur yolunda geçilen bir yoldur, kısacası, huzuru bulmak için önce mutlu olmak gerekir. 
Sonuç olarak, ne kadar çok arzu ve isteğiniz varsa, o kadar mutsuz olma riski taşıyorsunuz. 

Mutsuz bir kişinin huzuru bulması, huzuru yakalaması mümkün değildir. Huzuru yakalayamayan bir kişinin, doğal olarak tekamülde istenen mesafeyi kazanması da mümkün olmaz.

İşte onun içindir ki, basit ve yalın bir hayat süren kişiler daha mutlu ve huzurlu bir hayat sürerler. Çünkü bu insanlar yaşam senaryosunda önlerinde bulunan engel ve  tuzaklardan uzak duran, aslında yaşamın o basit gerçeğini de yakalamış kişilerdir. 

Sonuç olarak, yaşam aslında çok basit ve onu karmaşık ve çekilmez hale getiren bizleriz. 
O zaman sorun kendinize ve düşünün; neden zoru seçip, hayatımızı daha karmaşık hale getiriyoruz? 

10 Kasım 2018 Cumartesi

GEÇ KALMA... 

Zamanın izafi olduğu konusu sanırım hepimizin bildiği bir konu.
Kişinin içinde bulunduğu psikoloji, bulunduğu ortam ve çevrenin yanı sıra, olayların akışına göre de kişiden kişiye değişen bir algıdır, zaman. 
Birisine çok uzun gelen ve geçmeyen zaman, bir diğeri için çok kısa olabilir. Gerçi neden böyle olduğunu izah edemez, anlatamayız ama bu duyguyu hepimiz hissederiz. 
İşte onun için de zaman izafi der geçeriz...

Dünyaya geldiğimiz andan, bu alemi terk edene kadar geçen süreye ömür deriz. Yine kimine göre uzun, kimine göre kısa diye adlandırdığımız bir zaman dilimi...
Fiziki alemin şartları ve ilahi düzenin gerekliliği çerçevesinde,  ömür sürelerimiz hakkında hiçbirimizin bilgisi yoktur. Kısacası, insan yaşamını kaç sene yaşayacağını bilmeden sürdürür.

İşte bu bilinmezlik, doğal olarak insanda sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir his yaratır. Bu hissin neticesinde hemen hemen hepimiz , "Bugün olmazsa, yarın olur", "Bu hafta olmazsa, gelecek hafta olur" gibi mazeretlerle yapılacak işlerimizi geciktirir, sürekli öteler dururuz. 
Fakat gelin görün ki, bu öteleme ile ömür geçer gider ve bir de bakarız ki, yaşamın olgunluk çağına girmişiz ve yapmak istediğimiz birçok işi yapamamışız, zaman da uçup gitmiştir. Geriye baktığımızda, bir pişmanlık hissi duyarız yaşamda ıskaladığımız şeyler için...

Aslında hepimizin hissettiği bir duygudur uçup giden zaman ve ardından duyulan pişmanlıklar. Bu duygu zaman denen algının nasıl hissedildiği için de çok güzel bir örnektir. Yıllar, hatta onlarca yıl geride kalmıştır ve arkamıza baktığımızda hatırladıklarımız da çok azdır, sadece bir kaç film karesinden öteye gitmez. 
Evet, maalesef zaman uçup gitmiştir...

Bakın bir örnek verecek olursak, bir kum saati gibidir ömrümüz, kimin haznesinde az, kiminin haznesinde çok olan kum taneleri gibi. Dünyaya geldiğimiz an kum saati ters döner ve duraksamadan akar. Doğal olarak haznesinde çok olanın geç, az olanınki erken biter.
Çoğumuz bunun böyle olduğunu bilmekle birlikte, gelin görün ki, zamanı gerektiği gibi kullanamaz. Genelde yaptığımız şey yukarıda bahsettiğim gibi "Nasıl olsa daha çok zaman var, sonra bakarız" demekten öteye gitmez.

Konuya ruhani boyuttan bakarsak önümüze şöyle bir tablo çıkar.
Ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorsak, ruhun tekamülünü de kabul ediyoruz demektir.
Daha önce de bir çok kez dile getirdiğim gibi ruhun tekamülü için fiziki alem dediğimiz bir oyun alanı var ve bu sebeple bedenleniyor, bu aleme gelip, gidiyoruz. 
Fiziki alem dediğimiz yaşam sahnesi bizim bir noktada test alanımız, çalışma alanımız, kendimizi eğitme, imtihan ve ruhumuzu tekamül ettirme alanımız.

Ancak, bizler fiziki alem dediğimiz oyun alanında, kendimizi fiziki alemin dekorları ve aldatmacasına o kadar kaptırıyoruz ki, kendimizle ilgili olarak yapmamız gereken esas çalışmaları yapmıyoruz ve maalesef kendimize yatırım yapmamız gereken tüm çalışmaları geciktiriyoruz. 
Önceliğimiz, çoğunlukla fiziksel alemin duygu ve hazlarından öteye gidemiyor. Bir taraftan da beslememiz gereken içimizdeki ben, yani ruhumuz ihmal ediliyor. 
İşte, bu ihmal ve ihmalin sebep olduğu gecikmeler, doğrudan bizim ruhsal tekamülümüze etki ediyor ki, bu da bizim bu dünyada bulunmamızın esas sebebi.

Peki, "Ne yapmamız gerekir"?
Öncelikle insan denen varlık, yani bizlerin bu alemde tekamül için bulunduğumuzu aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamamız gerekiyor. 
"Kendini bil, kendini tanı"; bütün ezoterik felsefe ve inanç sistemlerinin ana teması da unutmayın ki, bunun üzerine kuruludur. Bu felsefi yaklaşım bizlere ruhsal dünyanın kapısını aralayan bir anahtar gibidir. Bu anahtar sayesinde fiziki alemin düzenini, ruhsal dünyamızın anlaşılmaz dediğimiz birçok kavramını anlamaya ve anlamlandırmaya başlarız.

Özetlemek gerekirse ruhumuz gelişmek için fiziki aleme geldi ve bu alemde misafir. Bu alemde vakti dolunca, tekrar geldiği aleme geri dönecek ve bu alemde geçirdiği süre içinde, tekamülü için yaptığı tüm çalışmaların ve yaşadığı tüm sürenin hesabını verecek. Hesaplaşacağı ve hesap vereceği tek varlık da kendisi.
İşte o zaman fiziki alemde geçen zamanın kıymetini, daha doğrusu fiziki alemde iken hoyratça harcadığı zamanın kıymetini anlayacak, ancak iş işten geçmiş olacak.

Olaya bu noktadan baktığımızda, fiziki alemde harcanan zamanın aslında ne kadar kıymetli olduğunu daha da iyi anlamamız gerekiyor. Tamam, fiziki alemde iken bedenimiz ve fiziki alemin nimetleri için koşturup duruyoruz ama işin esas önemli yanını ihmal ediyoruz. Kısacası, ruhumuzun beslenmesi ile ilgili hiçbir şey yapmıyoruz. Aslında yatırım yapılması gereken en önemli şeyi kaçırıyoruz. Fiziki alemin esiri olup, ruhumuzun tekamülünü göz ardı ediyoruz.

Bununla ilgili çok güzel bir örnek vardır, insan ve gölgesi örneği.
Eğer dünya işleri, yani gölgeniz önünüzde ise siz kovaladıkça hep kaçar, gölgeniz sürekli önünüzde gider ve yakalamanız mümkün değildir. Ama gölgenizi yani dünya işlerini arkanıza alırsanız, siz her halükarda önde giden olacaksınız. Tabii ki, bu örnekten yola çıkarak tüm dünya işlerinden kendimizi soyutlamamız ne mümkün, ne de doğrudur. Unutmayalım, huzurlu bir yaşam dengeli bir yaşamdan geçer...

Gelin bugünden itibaren sadece bedeni hazlar ve bedeni his ve duyguların tatmini için değil, aynı zamanda ruhumuzu beslemek için de gayret gösterelim.

Fiziki alemin geçici olduğunu, dünya zamanı ile adlandırdığımız sınırlı bir zaman olduğunu, aslında ait olduğumuz ruhsal alemde zaman algısının çok farklı olduğunu unutmayalım. 
Bunun için yapılacak şey çok basit.

Fiziki alemde ömrümüzü sürerken hiç ölmeyecekmiş gibi değil, bir gün bu alemi terk edip gideceğimizi düşünerek davranalım. Kendimize, ruhumuza yatırım yapalım ki bu alemi terk edip, ait olduğumuz aleme geri gittiğimizde hiç değilse bir miktar tekamül farkımız olsun...

İşte onun için gelin bugünden itibaren, hiçbir mazeret üretmeden ve gecikmeden siz de düşünmeye başlayın ve er veya geç gideceğiniz yer için az da olsa bir hazırlık yapın. En azından gidilecek bir yer olduğu bilinci ile fiziki alemde bulunduğunuz süreyi iyi değerlendirin.

Kamil, tekamül etmiş, olgun bir insan veya bu yolda mesafe kat etmiş bir insan olarak bu dünyadan ayrılmanın tek yolu bu... 
Fiziki alemde iken ruhumuzu ihmal etmeden yaşamak ve onu beslemek... 
Bir nevi yarına yatırım yapmak gibi de düşünebilirsiniz... 
Zaman henüz elimizin altındayken geç kalmayalım derim...

3 Kasım 2018 Cumartesi

PEKİ, YA SONRASI...

Öbür dünya, diğer alemler gibi birçok şekilde adlandırdığımız spritüel alem, hepimizin bu dünyada yani, fiziki alemde ömrünü tamamlayıp gittiği veya gideceği bir başka boyuttur.

Hiç düşündünüz mü, acaba bu aleme giden ruhlarımız tekamülleri için fiziki aleme tekrar döndüklerinde hangi zaman diliminde geliyorlar?
İşte bu, son zamanlarda aklımı kurcalayan, önemli sorulardan bir tanesi...

Eğer, asli zaman ile dünya zamanı farklı ise ve bugün, dün ve yarın aslında aynı ise o zaman tekamül için fiziki aleme gelen her ruh, dünya tabiri ile farklı zaman diliminde gelip gidebiliyor.

Yani ruhların tekamülünde fiziki aleme dönüş, son yaşamlarında bıraktıkları noktada değil, bambaşka bir zaman dilimi ve coğrafyada olabilir. Bu tamamen spatyomda kararlaştırılan yaşam senaryosu ile yakın alakalıdır. 
Kısaca açıklamak gerekirse; ruhun deneyimlemek istediği yeni senaryo herhangi bir zaman dilimi veya ortamda olabilir. Önemli olan ruhun deneyimlemek istediği veya yeniden imtihan olmak istediği senaryoya uygun dekoru seçmesidir. Dolayısı ile bu dekor, dünya zamanı olarak tarif ettiğimiz herhangi bir zaman akışında, yani geçmiş veya gelecek diye tabir ettiğimiz bir dönemde olabilir.

Açıklayıcı olması açısından konuyu şöyle de ele alabilir ve örnekleyebiliriz;
Hatırlarsınız, eskiden video kiralayan yerler vardı. Hepimiz buralara gider, istediğimiz filmi veya konuyu, hatta beğendiğimiz artistlerin filmini seçer ve o filmi izlerdik. 
İşte anlatmak istediğim konu tam da bunun gibi düşünülebilir. 
Şöyle ki; 
ruhumuz  spatyomda alt bilincinde yaşayacağı hesaplaşma sonrasında tekrar fiziki aleme dönmek, bir önceki yaşamında gerçekleştiremediği veya daha önce deneyimlemediği bir senaryoyu yaşamak isteyebilecektir.

İşte bu noktada ruh için neleri, nasıl, nerede, kiminle yaşamak istediğini içeren bir senaryo düzenlenecek ve bu senaryonun düzenlenmesi sırasında, spatyom alemi yazısından da hatırlayacağınız üzere görevli varlıklar ruha bu çalışmada yardımcı olacaktır. Daha başka bir ifade ile senaryosuna uygun, kendisi için yeni bir sahne dekoru hazırlanacaktır. 

Burada bir noktayı hatırlatmak gerekirse, ilahi düzen gereği dünya zamanı sürekli akmakta ve geriye çalışmamaktadır. Bu da fiziki alemin en önemli kurallarından bir tanesidir.  

Fiziki alemde madem zaman hep ileri akıyor, o halde ruh tekamül için geçmiş bir dönem senaryosunu nasıl seçebilir?
İşte, bu da bizleri çelişkide bırakan bir noktadır fakat, şunu da unutmamak gerekir ki, fiziki alem dışında zaman böyle çalışmamaktadır. Biraz önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, fiziki alem dışında bulunan ruhun önündeki seçenekler içinde gelmiş, geçmiş veya an gibi bir kavram yoktur. O noktada sadece seçeceği senaryo ve o senaryoya ait dekor ve aktörler vardır.

Konuya böyle baktığımızda belki aklınıza şöyle bir soru gelebilir.
Peki, ruh seçeceği senaryoda daha önceki yaşam senaryosunda bir arada olduğu aktörlerle tekrar bir arada olabilir mi, veya o aktörlerle aynı dünya zamanı diliminde fakat farklı bir sahnede bulunabilir mi?
Her iki sorunun da cevabı bana göre "Evet"tir. 
Dejavu yazımdan hatırlayacağınız üzere, bazı yerleri veya kişileri daha önce görmesek bile görmüş gibi oluruz, bize bildik ve tanıdık gelir. Daha önce hiç bilmediğiniz ve görmediğiniz bir kişiyi sanki yıllardır tanırmış gibi yakınlık duyarsınız. İşte bunlar bildik ruhlardır.
Diğer bir şekil ise şöyle olmaktadır; alt bilinç hesaplaşmasında seçeceğiniz senaryo bir önceki senaryonun kısmen aynısı olabileceği gibi, aynı aktörlerle de olabilmektedir.
"Past life regression ", "Geçmiş yaşam deneyimi" anlatan kişilerde buna benzer birçok aktarım bulunmaktadır. Yani ruh, geçmiş yaşam senaryosunu, yaşadıklarından duyduğu pişmanlığı telafi etmek için yeniden deneyimlemek, tekrar etmek isteyebilir.

Aklımızdan çıkarılmaması gereken en önemli nokta, fiziki alemdeki zaman ile asli zaman arasındaki farklılıktır. Belki bu kavramın anlaşılması, yazı başlığı olan "Peki ya sonrası.." için de bir ip ucu olacaktır.

Fiziki alemde bize uzun gelen aylar, yıllarla ifade edilen zaman kavramı diğer alemlerde bir an bile değildir...
İşte bu da, bizlerin zaman kavramı gerçeğini anlamamızda zorluk yaratmaktadır. Bu zorluğu aşabilmek ve anlayabilmek için alışkın olduğumuz düşünce kalıpları dışına çıkmamız gerekmektedir. Bunun da bir tek yolu vardır ki, o da algılarımızın açılması ile mümkün olmaktadır.

27 Ekim 2018 Cumartesi

NE ARIYORSUNUZ?

Hiç kendinize soruyor musunuz?
Ben bu dünyaya neden geldim, burada ne arıyorum?

Evet, bunlar hepimizin kendine sorması gereken sorular ancak gelin görün ki, bir çoğumuz "dünya telaşı içerisinde", bu sorulardan uzak bir ömür geçiriyoruz.

Bu şekilde bizler, maalesef  fiziki alemin esiri, hatta oyuncağı olup, yaşamlarımızda daima bir eksiklikle mutluluk ve huzuru bulamadan yaşayıp ömürlerimizi tüketiyoruz. Belki fizik alemin bir takım nimetlerine sahip oluyor, belli zenginlik, güzellikleri yaşıyoruz ama gelin görün ki, kısa mutluluklardan öte bir adım atamıyoruz. Daha doğru ifade ile huzuru bir türlü bulamıyoruz.

Aslında aradığımız huzurun sadece kendi içimizde olduğunu ve ona erişmek için tek yapılması gerekenin biraz gayret ve çaba göstermek olduğunu bir anlayabilsek...

Bilir misiniz ki, aslında insanların mutsuz ve huzursuz olmasının en önemli sebebi, ne istediklerini bilmemelerinden kaynaklanır. Çünkü, sürekli etraf ile ilgilenen, başkalarını tenkit eden insan sürekli etrafına bakar ama aslında aradığını bulacağı kişinin kendisi olduğunu fark edemez. Açıkçası, başkası ile uğraşmaktan kendine bakmayı akıl edemez.
Akıl edip baktığında da, aslında bildiği kendisi ile içinde gördüğü kişi arasındaki farkı görür ve işte o an çoğunlukla gördüğü kendinden ürküp kaçar. Zira gördüğü kendisi, aslında olduğunu zannettiği kişiye hiç de uymamaktadır. Kendini yatıştırmak için mazeret bulması gerekir; kendisi için en kabul edilebilir mazereti de "ben böyleyim, benim huyum bu, karakterim bu" söylemleridir.
Aslında ürkmesine neden olan, onu huzursuz kılan, yanlış olduğunun ve değiştirmesi gerektiğinin farkına vardığı huy ve karakter özellikleri değil midir? 

Huzura erişmesi için tek yapması gereken sadece aynaya bakar gibi kendi içine bakmak ve cesaretle gerçek benliğini görebilmek, artıları ve eksilerini saptayıp, kendi eksikliklerinden ürkmeden hatalı alanları değiştirebilmek ve neden niçin sorularının cevaplarını bulmak üzere kendi ile barışarak tekrar yola çıkmaktır.

İnsan ne zaman ki kendini tanıma şansına sahip olur, işte o zaman aslında kim olduğunu keşfeder. Neden burada olduğunu anlar, ne aradığını, ne istediğini görür ve dolayısı ile yaşam rotasını da ona göre düzenler. Bunu yapabilen insan, bu dünyada neden bulunduğunu anlamış, hata ve noksanlarını idrak etmiş, dünyadan ayrılmadan onları düzelterek kendini daha iyi bir noktaya getirmek için çaba gösterme gayretine girmiş insandır.

Eğer bunu yapamaz iseniz, tıpkı rotası belirsiz, şoförü olmayan bir araç gibi oradan buraya, buradan oraya savrulur gidersiniz. Bir düşünün, rotası olmayan bir aracın hedefi olabilir mi?
Demek ki, önce bir hedefimiz olacak ve bu hedefi de sadece kendimiz bulabiliriz.

Peki, pratikte bu böyle mi olmaktadır?
Maalesef böyle olmaz ve fiziki aleme adım attığımız ilk andan itibaren çevremiz, ailemiz, içinde bulunduğumuz sistem bizi hiç de istemediğimiz bir rotaya yönlendirir. Genellikle bulunduğumuz ve mensubu olduğumuz düzen bizi kendi kalıpları içine sokar. Bir çoğumuz istemediğimiz mesleği yürütür, istemediğimiz coğrafyada yaşar, istemediğimiz birliktelikler yaşarız.

Ne zaman ki insan kendi içine bakıp ruhunu dinler ve ne istediğini fark eder, işte o andan itibaren aslında istemediği bir çok şeyi sadece çevre istediği için yaptığının farkına varır. Bu da tam olarak kişinin kendini tanıma eşiğine geldiğinin bir nevi göstergesidir.

Bu farkındalık bizim hayatımızdaki en önemli dönüm noktasıdır, artık çevremizde olan biteni başka bir gözle görmeye başlar, yaşama başka manalar yükler, biraz daha sakin, biraz daha hoş görülü, biraz daha empati yapan bir insan haline geliriz. Bu da insanın artık rotası belli olan bir araba gibi emin adımlarla hedefine gitmesi anlamına gelir.
Yani, bu durum bir başka ifade ile insanın tekamül yolunda ilerlemesi demektir.

Eğer sizde rotanızı bulmak, ne yapmak istediğinizi bilmek ve bu sayede tekamül yolunda hızlı adımlar atmak istiyorsanız, sadece kendinize sorun...
Ne arıyorum?
Niye buradayım?
Yaşamdan ruhumun beklentisi nedir?



20 Ekim 2018 Cumartesi

KUANTUM DENİNCE...

Kuantum, son yüzyılın çokça konuşulan ama ne olduğu tam olarak anlaşılmayan ve anlatılamayan bir kavramı...


Evet, son yüzyıldır bilim insanları büyük bir araştırma içindeler ve sonuç olarak kuantum denen bir kavram hayatımıza girdi.
Ancak, gelin görün ki, bu konuda önde gelen bilim insanları da dahil olmak üzere, kuantumun ne olduğunu kimse tam ve anlaşılır şekilde anlatamıyor.
Çok konuşulan, kime sorsanız, önce "Kuantum mu? tabi biliyorum" dediği, ancak haydi anlat dediğinizde bir türlü tarif edemediği, izah edemediği bir kavram.

Peki, nedir bu kuantum denen şey, neden anlaması ve anlatılması bu kadar zor?
Bilimsel bir tarif yapacak olursak kuantum; moleküler, atomik ve atom altı seviyede madde ve enerjinin doğasını ve davranışını inceleyen, modern fiziğin önemli bir çalışma alanıdır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak; kuantum gözle görülemeyen ufak parçacıkların ve kuvvetlerin nasıl çalıştığını anlatan bir kavramdır. 

Anlaşılması 5 duyumuz ve bildiğimiz fizik kuralları ile tarif etmeye çalıştığımız için zordur. Zira, kuantumun kendi içinde prensipleri, ve dinamikleri bugüne kadar öğrendiğimiz fiziki alem prensiplerinden çok farklıdır. 

Maddelerin neden yapılmış olduğunu artık biliyoruz; elektron ve kuark adı verilen gözle görülemeyen atom altı parçacıklar. (Kuark, bir tür temel parçacık ve maddenin temel bileşenlerinden biridir.) 

Kuarklar, bir araya gelerek hadron olarak bilinen bileşik parçacıkları oluştururlar. Bunların en kararlıları, atom çekirdeğinin bileşenleri proton ve nötrondur. İşte, kuantum dünyası tam da bu küçük ve görülemeyen parçacıkların davranış biçimlerinden oluşur. 

Tıpkı ruhsal dünyamız gibi, gözle görülmeyen bir kavramın tarifi... 

Yolumuz yine 5 duyu ile algılaması zor bir alana çıkıyor. Bu noktada kuantum ruhsal dünyayı daha iyi anlamak için, insanlık aleminin önüne konan bir köşe taşı da diyebiliriz.

Kuantumla ilgili bir çok teori ve kavram vardır. Bunlara örnek olması için kuantum mekaniği, kuantum fiziği, şıçrama, eşleşme, kuantum entropisi gibi kavramları sayabiliriz. Bütün bu kavramlarla ilgili olarak onlarca, yüzlerce bilgiye ulaşabilirsiniz ama inanın bana okuyacağınız bilgi size net olarak bir şeyleri anlatmayacak. 
Sebebi bana göre aslında çok basit, spritüel alem ve kuantum dünyası bildiğimiz fiziki alemin dışında bir dünya ve kuantum dünyası fiziki alemden spritüel aleme bir geçiş kapısı. Eğer kuantum dünyasına girmek istiyorsak, cevaplar spritüel alemde gizli.

Dolayısı ile bilim insanları dahi, halen ne olduğunu anlamamış ve anlamaya çalışırken, bizler gibi sıradan insanların anlamasını beklemek şaşırtıcı değil mi? 

Son yıllarda konuya merak saran bir kişi olarak, kuantumu başka bir pencereden, başka bir gözle anlatmaya çalışacağım.

Kuantumu anlayabilmek için, bildiğiniz fiziki alem kuralları ile düşünce sistemimiz maalesef çok dar ve kifayetsiz kalır. Bu konuda mesafe kat edebilmek için ruhsal dünyanızın kapılarının da açık olması gerekir. 
Kuantumu ancak ruhsal alemin değerleri ve kuralları ile anlayabilirsiniz. 

Bunun dışında, eğer anladım diyen birisi varsa, sadece ona sorun, "Bana kuantumu anlatır mısın?" İnanın size uzun cümleler kurup bir takım teorilerden, bilim insanlarından, kuramlardan bahsedecek ve sonunda siz hiçbir şey anlamayacaksınız. Çünkü, sorun sizde değil, size anlatan ne olduğunu anlamış değil ki, size anlatabilsin.

Kuantumun bilim insanları dahil, bizler tarafından halen anlaşılamamasının yegane sebebi, olayları tamamen fiziksel dünya gözü ile algılamamız ve değerlendirmemizden kaynaklanıyor. Tamam, bilim insanlarını anlayabiliyorum, formasyonları gereği bir şeyleri teoriden pratiğe geçirirken deneyler, testler gibi çalışmalarla görsel ve matematiksel olarak ispat etmek istiyorlar ve bulamadıkları şeylere de şüphe ile yaklaşıyorlar.

Çünkü ellerinde sadece fiziki alemin araçları, ölçüleri, kavramları, kuralları, ön yargıları var. Halbuki, konuştuğumuz şey bildiğimiz alemin dışında, bambaşka bir alem ve o alemin de kendine mahsus kural ve kaideleri var. Bilim insanlarının şüphe ile yaklaşmasına bir itirazım yok, bu da bilim insanı olmanın doğasında, zaten olmazsa olmaz bir durum ama daha ne olduğunu anlamadan, bazılarının en baştan her şeye karşı çıkmasını anlayamıyorum.

Halbuki bilim insanı daha geniş düşünebilmeli, mutlak doğru diye bir şeyin olmadığını, doğrunun değişken olduğunu, onun için her zaman bir açık kapı bırakmaları gerekliliğini bir felsefe haline getirmeli. Bilimin de zaten daha ileri gidebilmesi, bu şekilde düşünebilen ve gelişmelere açık yapıda olan az sayıdaki bilim insanları sayesinde oluyor.

Bir şeyin çok iyi anlaşılması gerekir ki, o da bilim denen şey, yaşadığımız evrende olan şeyleri izaha; neden , niçin, nasıl olduklarını anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. 

Dolayısı ile bilim insanlarının yapması gereken evrenin akışına karşı çıkmak değil, onu anlayabilmek, neden niçin sorularına yanıt bulmak. Ancak, sorun kendinize, bizim veya bazı bilim insanlarının bir çok şeye karşı çıkması, evrende olanların akışını değiştiriyor mu? Cevap çok net, hayır... 
Sadece yakın tarihe dönüp bakarsanız, geçmişimiz bilim insanları veya bizlerin doğru dediği bir çok yanlış, yanlış dediği veya olmaz dediği bir çok doğru ile dolu.

Zaten olan oluyor, evren biz anlasak da, anlamasak da kendi düzeni içinde akıp gidiyor. Aslında kafa yormamız gereken kısım sanırım burası.
Bu noktada gözlemlediğim bir şey var;
Bazı insanlar, maalesef maddi dünyanın, yani fiziki alemin esiri olup, ilahi düzen denen kavramı bir türlü içlerine sindiremiyor ve hatta çoğunlukla inkar ediyor. Zaten sorun da tam bu noktada başlıyor. Her şeyi materyal bir gözle anlamaya ve tarif etmeye çalışmak. Materyalist akım ve düşünceleri izleyen kesim maalesef böyle bir dünyada yaşıyor. 


Peki, bu bir çelişki mi?
Kesinlikle hayır, unutmayın ki, düalist bir dünyada yaşıyoruz ve düşünce zıtlıklarının olması fiziksel alemin değişmez kuralı. Unutmayın ki, tekamülümüzü düalite prensibi sayesinde gerçekleştirebiliyoruz.


Gelin şimdi konuyu biraz daha açalım ve şu soruları soralım;
Kuantum neden bizim hayatımıza girdi ve bugün bir çok alanda kuantum fiziği sayesinde teknolojik bir takım önemli gelişmeleri yaşıyoruz?
Bugün insanlık aleminde yaşananların, bu hızlı değişimin sebebi nedir?

Aslında bu soruların cevapları bizi aradığımız noktaya ulaştıracaktır. İnsanlık alemine bilgi, gerektiği zaman gerektiği kadar verilir. Bu ilahi düzenin değişmez kuralıdır ve bu bilgi dünya üzerindeki fiziki varlıklar tarafından verilebileceği gibi, ruhsal dünyanın görevli varlıkları ile de iletilebilir.

Geçmiş yazılarımda bunu bir çok vesile ile anlatmaya çalıştım. Bu bilginin nasıl verildiği, görevli varlıkların burada nasıl bir rol oynadığını görmüştük.

Ancak kısa bir hatırlatma için şu örnekleri tekrarlayabiliriz;
Yeni doğan bir çocuğa et yediremezsiniz. Önce anne sütü, sonra sebze püresi, sonra katı gıda yer. 
Okula başlayan bir çocuğa yüksek matematik öğretemezsiniz. Önce okuma yazmayı öğrenir, sonra 4 işlemi öğrenir ve adım adım ilerler.

İşte, insanlık alemi de tam böyledir. Lazım olduğu zaman, lazım olduğu kadar bilgi, hazır olduğu zaman, hazır olduğu kadar yeni kavram hayatımıza girer. 

Ne olması gerekenden önce, ne de olması gerekenden sonra... Kavramlar yaşamımıza girince, onların uygulamalarını görür ve anlamaya başlarız. İnsan denen varlığın gelişimi ile, ruhun tekamülü bu şekilde olur.
Kısacası, insanlık alemi yeni bir boyuta hazırlanıyor ve onun için bir çok yeni kavram hayatımıza giriyor ve bizlerde bu sayede bu kavramlar ve dolayısı ile bu kavramların uygulamaları ile bir sonraki adıma hazırlanıyoruz. 
İşte, kuantum da tam böyle bir kavram ve hayatımıza girmesinin yegane sebebi budur.

Anlamamız biraz daha zaman alacak. Ancak, eğer bir adım önde olmak istiyor isek, kuantumu sadece laboratuvar şartları veya fizik alemin dar çerçeveli kuralları ile değil, başka bir gözle irdelemeli ve anlamaya gayret göstermeliyiz.

Gelin şöyle bir yol izleyelim ve aşağıdaki soruları sorarak, kuantuma başka bir bakış açıdan, başka bir pencereden bakalım;

Bizim telepati dediğimiz şey nedir, acaba kuantumun bir tezahürü değil midir?la alakası nedir?
Acaba, kuantum mekaniği her şeyin bir sonu olduğunu gösteriyorsa, dolayısı ile her şeyin bir başlangıcı olması gerekmez mi? 
Bu da aslında bize, kuantum sayesinde Big Bang in varlığını kanıtlamaz mı?
Her şeyin bir başlangıcı varsa, dünya zamanı ile asli zaman arasındaki bağ nedir, biz bunun neresindeyiz, kuantum bunun neresinde?
Acaba, kuantum da paralel evrenlerin cevabı gizli midir?

Mutlak doğru diye bir şey olamayacağını acaba bize kuantum mu söylüyor?
Acaba, sadece bilimsel yaklaşımla kuantumu izah edebilir misiniz, teist düşünce ve din felsefesi ile kuantum bir yerde örtüşmüyor mu?
Peki, olaylara felsefi boyuttan bakınca kuantum diğer alemlerin kapısını açmıyor mu?
Kuantum ve enerji arasındaki ilişki, acaba bu ilişki insan denen varlığın  aslında bir enerji olduğu noktasına götürmüyor mu?


Daha da ötesi, tüm soruların cevapları bizi materyal dünyanın dışında, bir ilahi düzenin varlığı noktasına getirmiyor mu?

İşte bütün bu soruların cevabını bize kuantum dünyası veriyor ve vermeye devam edecek.

Aslında işin özeti şöyle ifade edilebilir,
Materyal dünya, yani fiziki alem ilahi düzenin sahne dekorundan öte bir şey değil. Ruhun maddeyi kullanması için nasıl bir bedene ihtiyaç varsa, bedenin de yaşam senaryosunu oynaması için bir sahneye ihtiyacı var.
İşte onun için, ilahi düzen işin temel noktası ve onu anlamaz iseniz, fiziki alemi de anlamanız mümkün değildir. Eğer anlama yolunda gayret gösterirseniz, bambaşka bir dünyanın kapısını aralarsınız. Ancak bu çabayı göstermez iseniz, fiziki alemin figüranı olmaktan öteye gidemezsiniz.

Sonuç olarak Kuantum bir muamma değil, ilahi düzeni biraz daha iyi anlayabilmemiz için bize ip uçları sunan bir kavram ve onun için bugün yaşamımıza girdi. Bugün insanlık aleminin bir sonraki evresi olan sanal dünyaya adım atmamız için gereken bilgiden öte bir şey değil.
Aslında kuantum, bizlere ilahi düzenin varlığını gösteren, onu anlamamıza yardımcı olan bir adım...
Yani gelişim ve tekamül yolunda bir küçük adım daha.
Bizlere açıkça şu mesajı veriyor;
"Ezberinizi bozun ve artık gözünüzü, gönül gözünüzü açın ve görün"...
Aslında kuantum hep vardı ama biz ancak onu anlama noktasına geliyoruz. Kuantum bize bildiğimiz fiziki alem dışında bir şeyler olduğunu, bir çok kişinin yok saydığı ilahi düzeni anlamamız için bir giriş kapısı.
Belki şöyle de diyebiliriz;
İnsanlığın bir sonraki evreye hazırlanması için gerekli hazırlık da diyebiliriz.
Burada aklınıza şöyle bir soru gelmiyor mu?
Peki bu kavramlar, ilahi düzen, ruh beden ilişkisi ve ruhun bedeni kullanması. Sonunda ruhun bedene ihtiyacı kalmayacağı bir noktaya doğru gidiyorsak, sonu nereye gidiyor, bir sonraki evre nedir?
Bütün bu soruların cevabı yarın yaşamımıza girecek olan; holografik evrenler, paralel dünyalar, enerjiyi maniple etmek noktasına gelebilmek için gereken bilgide saklı.
İşte kuantum dediğimiz şey, bütün bu bilgininin alfabesi, şimdi insanlık alemi için bu bilgiyi alma vakti, bu bilgiyi alıyoruz ki, bir sonraki evreye hazır olabilelim.
Bu alfabeyi öğrenelim ki, "Alemler içinde alemler gizli" deyişini bir mana bulabilsin. 

Bu alfabeyi öğrenelim ki, "Zaman dediğin zan dır, asıl olan andır" deyişi manaya bürünsün, zaman dediğimiz şeyin nasıl izafi olduğunu kavrayabilelim.
Bu alfabeyi öğrenelim ki, "yaşam aslında bir illüzyondur" cümlesini anlayabilelim.

Daha da önemlisi bu alfabeyi tam olarak içimize sindirelim ki, ruhun ölümsüz olduğunu idrak edebilelim.

Fakat, unutmamamız gereken bir kural vardır, ilahi düzenin değişmez bir kuralı, "vakti gelmeyen hiçbir şey olmaz." 


İlahi düzeni yok sayanlar, yaşamları boyunca tıpkı bir hücre  hapsindeymiş gibi yaşamaya mahkumdurlar. Bu insanlar için yaşam çevresi dört duvarla kapalı, fiziki alemin beş duyusu ile sınırlanmış, karanlık bir dünyadan öte bir şey değildir. 
Onun için yapılacak şey ilahi düzeni anlamaya çalışmak ki, bu da aslında çok basit. 
Tüm cevaplar sizde gizli, biraz çaba, biraz gayret, bakın kendinize, içinize, nasıl farklı bir alem göreceksiniz. 
Sadece algılarınızı açmaya çalışın. Cevabını bulamadığınız bir çok soru sizin için daha kolay hale gelecek ve bu sayede yaşamınız daha basit olacak...
Düşünün bir kere, neden ve niçin sorularının cevabını bulduğunuz, evreni anlamaya başladığınız daha basit ama çok daha huzurlu bir yaşam. 

Kim istemez ki?

Kuantum tekamülü hızlandırabilecek, sonsuz olasılıklara sahip, makro dünyayı etkileyen bir mikro dünyanın anahtarı... Yeter ki algılamaya ve yaşamlarımızda uygulamaya çalışalım... 

13 Ekim 2018 Cumartesi

DEĞİŞİM...

Bir önceki "Uğraşmamız gereken" başlıklı yazımda, ruhsal tekamülümüz için en önemli unsurun aslında kendimiz olduğu ve eğer kendimizde bir değişim yapacaksak, bunu bizden başka kimsenin başaramayacağını söylemiştim.

Evet; değişim veya değişebilmek...
Basit iki kelime ama gelin görün ki hayata geçirilmesi hiç de kolay olmayan bir eylem. 


Hani çok bildik bir söylem vardır;
 "Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir" diye...
Evet, çevremize baktığımızda her şeyin sürekli değişim içinde olduğunu görürüz ama sorun bakalım kendinize; bu değişim fiziki alemdeki sahne dekorunun değişimi mi, yoksa ruhsal tekamül yolundaki değişim mi?

Aslında her ikisi de birbirine sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte, burada esas üzerinde durmak istediğim değişim, ruhsal dünyadaki değişim. 

Daha önce "Gelişim ve tekamül" başlıklı yazımda da bahsettiğim üzere, fiziki değişimi bir gelişim olarak adlandırıyoruz ki, bu ruhsal dünyadaki değişimden çok farklı bir şeydir. Çokça tekrar ettiğim bir konuyu tekrar hatırlatmak isterim. Ruh ve beden,  her ikisi de fiziki yaşam boyunca, yani bize bu alemde tanınan ömür süresince birbirine muhtaçtır. 
Biri olmadan, diğerinin olması mümkün değildir. Ruh tekamül edebilmek için bedene komutlar gönderir ve beden de bunları uygular. Ancak kritik nokta tam da burasıdır. Eğer ruh kendi derinliği içinde bedeni kontrol edebiliyor, bilinç dışında taşıdığı bilgiyi içinde bulunduğu bedeni kullanarak hayata geçirebiliyorsa, ne mutlu o ruha. Bunu yapabilen ruh, tekamül yolunda adım adım ilerliyor demektir. 
Fakat, ruh fiziki alemin esiri olan bedenin kontrolü altına girmişse, işte o zaman durum vahim bir hal alır. Buna kısaca dünyevi alemin esiri olmak da diyebiliriz. Gelişime bakacak olursak; gelişim ruhun tekamül için bedeni kullanması sonucu bedenin uğradığı fiziksel değişiklikten öte bir şey değildir. 

Konuya bir başka gözle irdeleyecek olursak belki biraz daha aydınlatıcı olacaktır. Artık bugünün dünyasında en azından bir çoğumuz, fiziki alemde enerjinin bir titreşim formu olduğu konusunda hemfikiriz. Bilim insanları da bunun böyle olduğunu ifade ediyorlar. İçinde bulunduğumuz fiziki alem, titreşim formunun en düşük seviyesinde ve ruhsal tekamül arttıkça, titreşimin frekansı da değişiyor. Dolayısı ile ruhsal tekamülümüz sırasında ruhun kullandığı beden bu değişime, yani enerji frekansındaki artışa adım uydurmak zorundadır. Fiziki değişimin ana sebebi de budur.

Yani hepimiz bir enerji parçasıyız ve ruhsal tekamülümüz arttıkça bedenimiz buna tepki vermektedir.
Fakat esas önemli olan ruhsal tekamül yolunda ilerleyebilmek ve daha da üst frekans seviyelerine çıkabilmek. Daha yüksek frekans seviyesine çıkabilmek de, algıların açılması ve çevremizi, dünyayı daha farklı görebilmemiz demektir. 

Düşünebiliyor musunuz? Herkesten daha farklı gördüğünüz bir dünya, daha farklı bir evren ve alem, yaşamın şifresine sahip olmak gibi bir duygu... Ve nihayetinde fiziki alemin frekans sınırları dışına çıkabilmek, hatta tıpkı bir uzay aracından dünyaya bakabilmek ve büyük resmi görebilme yolunda adım adım ilerlemek...

Unutmayın ki, tekamül ile ulaşacağımız nokta algılarımızın açılması ile tekliğe ulaşabilmek ve bu sayede fiziki boyut dışına çıkıp, enerjiyi maniple edebilecek seviyeye gelebilmek. Daha da ötesi ve bir kademe sonrası "düşünsel varlık" dediğimiz boyuta ulaşabilmek.

İşte, bütün bunları yapabilmek için hem bireysel olarak, hem de insanlık alemi olarak çaba göstermeliyiz. Fiziki alemin esiri olmadan yaşamak istiyorsak değişime açık olmalıyız. Değişimi sadece fiziki alemin dar kalıpları ile değil, daha geniş pencereden değerlendirip tekamülümüzün en önemli kavşak noktası olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir. 

Onun için, siz siz olun, çevrenizle uğraşmayı bırakın... Tabii ki yaşamın ve imtihan sahalarımızın gereği olarak bu alemde mücadele edeceğiz, ancak hiçbir zaman aklımızdan fiziki alemin bir oyun alanı olduğunu, bir imtihan alanı olduğunu ve hatta bir illüzyon olduğunu çıkarmayacağız.  
Onun için eğer yaşamın şifresini çözmek istiyorsanız, bütün bu noktaları göz önüne alarak önce kendi şifrenizi çözmeye gayret edin. 

Bakın bir kendinize, sorgulayın bir kendinizi ve arayın en derin, en gerçek benliğinizi... 
Çünkü yaşamın şifresi sizde saklı, alt bilincinizde aradığınız  her şey var, bütün evrenin bilgisi kayıtlı ve orada sizin onu keşfetmenizi bekliyor...
Ve bilir misiniz ki, kendini tanı, kendini bil diye söylenen şey aslında orada yazılanlardır... 
Tek yapacağınız biraz gayretle tekamülde yol alarak o kapının şifresini öğrenmek ve yavaş yavaş kapıyı aralamak...

6 Ekim 2018 Cumartesi

UĞRAŞMAMIZ GEREKEN...

İnsanoğlu denen varlığın ortak özelliğidir...
Kendi içine dönüp, kendisi ile uğraşacağına sürekli başkaları ile uğraşır...
Neden bilir misiniz? 
Çünkü, bu kolay olan ve insana en kolay gelen yoldur.

Kendi özümüze dönüp ve kendimize bakıp;
"Kimim, neyim, ne istiyorum, neden bu alemdeyim?" gibi sorular sorup cevap arayacağına, karşısındaki kişi veya kişileri, olayları yargılamak daha kolay gelir insana.
Kolay gelmesinin nedeni de, insanın kendisini değiştirmek istememesidir. Çoğunlukla insanoğlu hata ve kusurlarını bilir ama gelin görün ki, bunlarla yüzleşip bunları kabul etmek, düzeltmek yerine "karşımdaki kişi beni böyle kabul etsin" der.

Çoğumuzun dilindedir; "Ben böyleyim, benim karakterim bu, ben değişemem". Böyle söyleriz, zira kendimizi haklı görmek, hissetmek istediğimiz için değiştirmek istemeyiz. Halbuki, tekamülümüzün ancak kendimizi değiştirmekle mümkün olacağını bir kez idrak edebilsek, her şey çok daha kolay olacaktır.

Ancak çoğunlukla verilen reaksiyon, "Neden ben değişeyim, karşımdaki değişsin"dir.
İnsanı bu düşünceye sevk eden en önemli şey kendisi ile yüzleşmekten kaçmasıdır. Zira insanın kendisi ile yüzleşmesi zor, zahmetli, bazen de kendinde gördükleri yüzünden canını yakan bir durumdur... 
Daha da ötesi kendi içindeki gerçek benle tanışıp, gerçek durumu ile karşılaştığında çok da mükemmel zannettiği kendisinin öyle olmadığını görünce büyük bir şaşkınlık yaşar. Bildiğini sandığı "ben" ile gerçek "ben" arasındaki farkları görmek onda derin bir korku yaratır: O ana kadar inandığı "ben"in yıkılmasıdır.

Bu, insanın iç dünyasının gizli olduğu kapının açılıp, o kapının ardındakileri görmesi ve gerçekle yüzleşmesi sonucu yaşadığı hayal kırıklığıdır. Gerçek kendisini görüp, aslında hiç de bildiği gibi olmadığının anlaşılması ve bunun yarattığı bir huzursuzluktur.

Genellikle insanoğlu bunlarla karşılaşmamak, yani kendisi ile yüzleşip zayıf ve hatalı alanları ile karşılaşmamak, yarattığı suni benliğin çöküşünü görüp acı çekmemek için, iç dünyasının kapısını açmaz ve yarattığı hayal aleminde yaşamaya devam eder. Aslında yüzleşmekten kaçınarak yaptığı, gerçek kendisi olmayan bir varlığın yaşamını sürmesinden öte bir şey değildir.

Bazı insanlar yaşamları süresince iç dünyalarının kapısına bile gitmeden ömürlerini tamamlar, bazıları kapıya kadar gider, kapıyı açma cesareti gösterir ama içeri bakamaz, bazıları ise kapıya gider, kapıyı açar, korkusuzca ve cesaretle kendisi ile yüzleşir, hatalarını ve eksikliklerini, fazlalıklarını görür ve bunları tespit edip düzeltme yolunda gayretle mücadele eder. 
Bu yapılan zorlu mücadele başkası ile değil, doğrudan kendisi iledir.

Madem tekden gelip teke gitme yolculuğu içindeyiz, o zaman şunu iyi idrak etmemiz gerekir. Hepimiz bir enerjinin parçacıklarıyız ve aslında gördüğümüz her kişi de bizim bir yansımamız, bizden bir parça.. 
Yani bir sorun çıktığında birisini tenkit ediyor, kınıyor, hor görüyorsak; aslında tüm bu yaptıklarımızı kendimize yaptığımızı idrak etmemiz gerekir.

Hatırlarsanız geçmiş yazılarımda (Ho opono pono) tekniğinden bahsetmiş ve aslında karşımızda gördüğümüz kişinin, bizim yansımamızdan başka bir şey olmadığını söylemiştim. Yani birisini tenkit edip, suçluyor, aşağılıyor veya hor görüyorsak aslında suçladığımız veya suçlamamız gereken kişi bizden başkası değildir. Suçladığımız kişi ve durumlar bizim davranışlarımızın yansımalarından başka bir şey değildir aslında...

Ruhsal tekamül yolunda mesafe almak istiyorsak, ruhsal tekamül için en gerekli yol olan kendimizle yüzleşmeyi de başarmamız gerekiyor. Bunun kolay olmadığını söylemiştim ama şunu da unutmamak gerekir ki, zor nerede ise cevap da oradadır.

Şöyle bir çevrenize bakın, bu zoru başarabilen o kadar çok insan var ki. Bunun farkında olamadığınız anlarda bile, o insanlar size kendilerini bir türlü belli ederler. Hepimizin etrafında, günlük yaşamımızda karşılaştığımız böyle birçok insan vardır.

Bunlar; çevresi ile barışık, yaşama gülümseyerek bakabilen, zorluklar önlerine çıktığında şikayet etmeden mücadele edebilen, sorunun parçası olmak yerine sorun çözen, sakin, dingin, tevekkül sahibi, yaşamda ne istediğini ve ne aradığını bilen insanlardır. 
Bunu başarmış insanlar dünya düzenini, yani ilahi düzeni de bir nebze kavramış kişilerdir.

Bilir misiniz ki, aslında onları bu sakinlik ve dinginliğe götüren şey, gelecekte bekleyen şeyin ne olduğunu sezebilmenin verdiği huzurdur. 
Siz de bu özelliklere sahip birisi olmak istemez misiniz?

Sorunlarla baş edebilen, yaşamını istediği gibi şekillendirebilen, problemlerden kaçan değil, problemleri çözmeye gayret eden biri...
Bunun için yapılması gereken iki şey var, isterseniz gelin bir başlangıç yapalım.

Önce kendimizle yüzleşmeyi başarıp sonra da zordan korkmamayı öğreneceğiz ve zor nerede ise cevabın da orada olduğunu içimize sindireceğiz.
Bu bizim zorluk ve sınavlarla dolu dünyada, huzurla gelişmemiz için yol haritamız olacak...
Bizi adım adım tekamüle götüren yolun haritası...
Huzuru yarattığımız, birbirimize destek olarak daima daha ileriye beraber yürüyeceğimiz yolun haritası...

30 Eylül 2018 Pazar

KISA BİR HATIRLATMA...

İnsanoğlu yaşama adım attığı andan itibaren 5 duyusu ve dualitenin onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce  değişik sahne dekoru ile bezenen sahnede yaşamını sürdürür.
Zor bir süreçtir yaşam yolculuğu... meşakkatlidir; üzüntü, sevinç, keder, mutluluk, acı, tatlı bir çok duygu ile tıpkı bir hamur gibi yoğurur insanoğlunu.

Önemli olan bu sürecin sonunda ne olduğudur. 
Acaba geçen süreç sizi istediğiniz, arzuladığınız yere getirebilir mi?
Acaba yaşamınızda kendiniz olmayı başarabilir misiniz?
Yoksa, çevrenizin ve şartların bir oyuncağı mı olursunuz?
Ömürlerimiz geçiyor, senaryolarımızın sonuna doğru durmadan ve duraksamadan ilerliyoruz.
Her fırsatta sorun kendinize, kimsiniz, neden buradasınız, ne arıyorsunuz?
Kendinizi tanıyabildiniz  mi? Diğer bir ifade ile kendinizi bulabildiniz mi?

Çünkü yaşam yolculuğumuz, aynı zamanda ruhsal dünyamız için de bir yolculuk. Onun için yukarıdaki sorular ve vereceğiniz cevaplar sizin için çok önemli.
Bize verilmiş yaşamları ancak kendimiz olursak tekamül yolunda en randımanlı şekilde kullanabiliriz.

Sıkça dile getirdiğim gibi, fiziksel alemdeki gelişimimiz yanında ruhsal dünyamızda da tekamül ediyoruz. Ancak, çok önemli bir noktaya dikkat çekmek isterim;
Fiziksel alemde ruhumuzun gelişimi için kullandığımız beden, ölüm dediğimiz bir sonla nihayetlenir. (Hatırlarsanız ruh ve beden ilişkisinde; ruhun bedeni kullandığını, aslında Ruh ve Beden, her ikisinin birbirine muhtaç olduğunu belirtmiştim).
Fakat, ruh için durum biraz farklıdır. Beden tek bir yaşam senaryosunda yer alırken, ruh farklı senaryolar için farklı farklı bedenler kullanır.
Söylemek istediğim şey; ruhun bedeni senaryonun süresi kadar kullanıp ve sonrası için yeni bir program, yeni bir senaryoda yer almasıdır...
Kısacası, ruh bedeni son kullanma tarihine kadar kullanır ve fiziki ölüm ile birlikte daha sonra yeni bir bedenlenme, yeni bir imtihan için tıpkı bir bekleme odasındaymış gibi sırasını bekler.

Fiziki ölüm ile ruh artık bedenden çıkmıştır ve hesaplaşma devresine girecektir, kendisi ile ve tek başına... bu hesaplaşma sonunda eğer cesareti olur ve kendini hazır hissederse; yeni bir bedende, yeni bir senaryo ve yeni bir kimlikle, yeni bir coğrafyada  ve farklı bir zaman diliminde imtihan için fiziki alemin sahasına çıkacaktır. 
Peki bütün bunları neden anlatıyorum?
Tek sebep fiziki alemde yaşarken biraz silkelenmek ve kendimize gelebilmek için. Yaşam ve yaşam senaryosu dediğim şeyin gerçekte ne olduğunu anlamak ve anlatabilmek için.

"Life is an illusion" yani "Yaşam bir algı". Bunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın. Zira kim ki, bunu sürekli tekrar edip aklında tutabilirse, o kişiler için yaşam çok daha basit olacaktır.
Aslında basit olan bir şeyi hatırlamaktan öte değil söylediklerim.

Materyal dünyanın oyuncaklarına kendinizi esir etmeyin. Ne kadar çok fiziki alem ve onun oyuncaklarına  bağımlılığınız varsa, ruhsal dünyanız o kadar sığ kalır. 
Oysa farkında olmadan hepimizin aradığı ve ulaşmaya çalıştığı hedef, içimizde bir parçası var olan geldiğimiz kaynaktır. Fiziki dünya geçici bir süre bulunduğumuz, daha da ötesi tekamül yolunda oyun oynamak için sahneye çıktığımız yerdir. Oynadığımız oyun eninde sonunda bitecek ve oyunu nasıl oynadığımız konusunda hesap vereceğiz. 
Peki, biliyor musunuz,  hesap verilecek varlık kim?
Kendimize hesap vereceğiz, yukarıda da bahsettiğim gibi hesabı verirken ve hesabı alırken yapayalnız olacağız.
İşte onun için, en önemli şeyin siz olduğunuzu sık sık tekrar edin. 
Kendiniz için bir şeyler yapın, bugün ötelediğiniz, hesaplaşamadığınız her şey, ilahi düzen gereği yarın daha da büyük sorun olarak önünüze çıkacak.

Madem imtihan hiç bitmeyecek, o zaman yapılacak en akıllıca iş fiziki alemde iken yapılması gerekenleri en iyi şekilde yerine getirmek ve mümkün olabildiğince sorunları bu alemde iken çözmek. 
Sorunlarla yüzleşmek, yaşadıklarınızdan dersler çıkarmak ve alınan her dersi daha önce çözemediğiniz için, bir daha karşınıza çıkan sorunu çözmek için kullanmak...

Gelin bir deneyin. Söylediğimi hayata geçirmek çok da zor değil, deneyince göreceksiniz... Çözdüğümüz her sorun bizi bir basamak daha ileriye götürür. Sorunlar bizim tekamülümüz için yaratılmış sınavlardır.

Sorunları çözmek için aslında kimseye ihtiyacımız yok, tek  ihtiyacımız olan sadece biraz cesaret... O da içimizde mevcut... Yeter ki içimize bakabilelim... İçimizdeki tanrı parçacığının gücünü görebilelim...

23 Eylül 2018 Pazar

BİRAZ GAYRET...

Şöyle bir gözünüzü kapatıp düşünün, kaç kişi yaşadığı fiziki alemde ilahi düzenin farkında ve kaç kişi bu farkındalığa rağmen yaşam senaryosunu ona göre değerlendiriyor?
Belki şöyle de sorabiliriz; 
İlahi düzenin farkında olup da, yaşam senaryomuzu değiştirebiliyor muyuz?

Öncelikle fiziki alemde ilahi düzenin varlığı konusunda hiç bir fikir sahibi olmayan, bunu baştan reddeden ve materyal dünyanın esiri olmuş insanları bir kenara bırakalım. Zaten düşüncesi bu yönde olan ve yaşamını tamamen fiziki alemin materyal yönü ile değerlendirenlerin konuya bakış açısı, ruhsal derinlikleri ve yaşam felsefelerinin, anlatmaya çalışacağım konu ile alakasının olmasını beklemek çok da doğru olmaz.

Benim esas anlatmaya çalışacağım konu ilahi düzenin farkında olup, farklı davranan insanlar olacak. Şöyle ki; bulunduğumuz fiziki alemde, sahnedeki oyuncular yani bizler, farklı farklı resimler, sahneler oluşturuyoruz ve yaşam dediğimiz karmaşa ile kaos da biraz bundan kaynaklanıyor. 
Aksi takdirde bu çeşitlilik olmasa, çatışmalar, zıtlıklar yaşanmasa fiziki alem denen tiyatro sahnesi nasıl oluşurdu?

Gelin ne demek istediğimi şöyle biraz daha açalım.
Ruhsal tekamül denen kavramın kapsamı çok geniş ve netice olarak ulaşılacak noktaya gelebilmek, kamil insan denen mertebeye ulaşabilmek için, hem verilecek imtihan sayısı çok fazla, hem de yol çok uzun. Bu biraz da engelleri hiç tükenmeyen uzun bir yol gibi... Tabii ki bu uzun ve engebeli yol şevkimizi kırmamalı,  "topal karınca" misalinde olduğu gibi bu yolda azimle ilerlemeliyiz.
Dolayısı ile hangi ruhsal seviyede olursak olalım, daima bir üst seviye, bir üst basamak, bir üst mertebe olacak, dolayısı ile bir sürü imtihan, bir sürü engel de... ta ki, tekamül tamamlanıncaya, tekliğe ve hiçliğe erişene kadar.

Ruhsal dünyası belli olgunlukta ve gelişmişlikte olan insanlar yaşamı bulundukları ruhsal seviye çerçevesinde algılar ve eriştikleri nokta itibarı ile tekamül etmeye devam ederler. 
Hiçbirimiz bu aleme adım atarken aynı ruhsal seviye veya aynı yaşam senaryosu ile gelmiyoruz. Hepimizin imtihanı ve dünyaya geldiği ruhsal seviye farklı. 
Peki, bu farklılık diğerine göre ruhsal tekamül seviyesi önde olana, hep önde olma veya önde kalma şansı verir mi? 
Cevap hayır... 

Şöyle düşünelim; bir okul düşünün ve okulun sınıfları var. Ancak bir sınıftan üst bir sınıfa geçebilmek için, o sınıfın derslerini çalışıp vermeniz, imtihanı geçmeniz gerekir. Tıpkı yaşamda olduğu gibi... 

Geldiğimiz dünyada oynanacak senaryomuzu iyi oynayabilir, gereken dersleri alabilir, neden, niçin bu alemde bulunduğumuzu iyi algılar ve tabii ki bir de bir üst sınıfa gitmek istersek, ancak o zaman tekamül gösterebiliriz.
Dolayısı ile bu şartları sağlayamayan birisinin, yani tekamül etmek için gereken çabayı göstermeyen birisinin bulunduğu tekamül seviyesinin üstüne çıkmasını beklemek doğru olmaz. 
Aslında söylemek istediğim şey şu; siz eğer tekamül etmenin ne olduğunu algılamaya başlamış, dünya dediğimiz fiziki sahnede oyunun nasıl oynandığını kavrayabilmiş seniz, inanın işler çok kolaylaşır.
Önünüzdeki yokuş yukarı, engellerle dolu imtihan asla bitmez ama algılarınız açılmış, dünyaya başka bir gözle bakar olmuşsunuzdur. Artık yavaş, yavaş çevrenizden farklı düşünmeye, olayları kendinizi kaptırmadan farklı tahlil etmeye, geleceğe ve yaşanacaklara dair farklı bir bakış açısına sahip olmaya başlamışsınızdır. Bu aslında sizin yaşam senaryonuzun yavaş yavaş değiştiğinin işareti, bir geçiş dönemidir. 
Bulunduğunuz ortamdan farklı bir ortama geçiş, eski çevrenizden kopmalar, yeni insanlarla tanışmak, yeni olaylara ilgi duymak... İşte bütün bu işaretler bir kavşakta bulunduğunuz ve gideceğiniz yaşam yolunun değiştiğinin en bariz işaretleridir. Artık yeni bir yola girersiniz; yeni bir yaşam, yeni bir yaşam çevresi, yeni arkadaşlar, yeni dostluklar, yeni ilgi alanları... 
Şunu da unutmamak gerekir, insan denen varlık yaşamında dönem dönem bu yol ayırımlarına gelir ve kendine yeni rota seçer. Bu seçilen rota aslında yeni bir tekamül seviyesi, yeni bir yaşam imtihanıdır ve her yeni yol ayırımı, her yeni kavşak bize farklı bir bakış açısı katar ve her seferinde dünyayı daha başka görmemize neden olur. 
Bu bilmediğimiz ve sis bulutları arkasında belirsizliklerle dolu geleceğin önündeki sis bulutlarının yavaş yavaş dağılması gibidir. Yeni bakış açınızla, artık sis bulutlarının arkasındaki görüntü ve olaylar yavaş yavaş netleşmeye başlamıştır. Bu tıpkı sabah uyandıktan sonra buğulu gözlerle gördüğümüz dünyanın bir müddet sonra netleşmesi, aydınlanması gibidir. 
Bunu sağlayan tek şey tekamül seviyeniz, ruhunuzun kat ettiği mesafenin size kattıkları dır.
Artık kendinize daha önce hiç sormadığınız soruları sorabilirsiniz. Sorulara bulduğunuz cevaplar sizi farklılaştırabilir, o ana kadar bulunduğunuz sosyal çevre size yetmeyebilir. Yıllarca yanınızda olan insanları birden anlamamaya başlayabilir, onlarca yıl yaşananların neden, niçin yaşandığını sorgulayabilirsiniz. 

İşte bu sorular sonunda bulacağınız cevaplar, sizi yalnızlığa itebilir ve eski çevrenizden uzaklaştırabilir. Bundan çekinmeyin...
Artık bir farkındalık dönemidir hissettikleriniz ve yaşadıklarınız.
Artık, yaşam denen şeyin aslında bir algı olduğunu hissetmeye başlarsınız. Bu his tekamüldeki en önemli dönüm noktasıdır ve sizin için bundan sonrası biraz daha kolaylaşmıştır.
Bir örnek verecek olursak, yaşam denen size verilmiş zamanın ne kadar olduğunu ilahi düzen gereği hiçbirimiz bilmiyoruz. Farkındalık sayesinde yokuş yukarı tırmanma döneminin sonuna gelinmiş, engelli ve dik yaşam yokuşunda artık tepeye yaklaşmışsınızdır. 
Peki bundan sonra ne olacak?
Bundan sonra önünüzde yokuş aşağı giden bir yol olacaktır. Ancak sanmayın ki önünüze çıkan hiç engel olmayacak. Hayır, yaşamın sonuna kadar engeller bitmeyecek ama bir farkla... Artık siz yokuş aşağı giden bir arabanın kazandığı ivme ile önüne gelen engelleri rahatça aşması gibi, engelleri aşarak yaşam senaryonuzun sonuna doğru yol alacaksınız. 
Burada çok önemli bir his doğar insanın içine, daha tevekkül, daha olgun, daha toleranslı ve hoş görülü olursunuz. Artık insanlar sizi maniple edemez, yani sözleri ve davranışları ile yönetemezler. 
Artık bir ressamın tuvalini alıp istediği resmi çizmesi gibi, siz de tuval elinizde, geleceğinizi istediğiniz şekilde oluşturabileceğinizi hissetmeye başlarsınız.
İşte budur tekamül yolunda elde edeceğiniz ödül. Bu his size bir dinginlik kazandırır, daha sakin olmayı öğrenirsiniz. Bu sakinlik neticesinde başkaları için çok karmaşık olan yaşam, sizin için çok daha basit olmaya başlar. Bu basitleşme bilir misiniz ki aslında kendinizle tanışma, kendinizle barışma, kendinizi tanıma dönemidir. 
Aslında aradığınız kendinizi bulmuşsunuzdur. Ne istediğinizi, yaşam senaryonuzdan ne beklediğinizi anlamaya başlamış ve bunun verdiği rahatlıkla kendinize güveniniz artmıştır. Bu güven size yaşam senaryonuzu nasıl oynayacağınız hakkında birçok ipucu verecektir. 

Sizin tek yapmanız bu ipuçlarını takip etmektir. Eriştiğiniz tekamül seviyesi size müthiş bir güç, bir hediye sunacaktır. 
Bu güç geldiğiniz nokta itibariyle geleceği yönlendirme, bir yerde geleceği şekillendirme gücüdür. Bu güç açıkçası kaderinizi tayin etme gücüdür.  

Kaderinizi şekillendirmek artık sizin elinizdedir, sadece bunun için çaba göstermeniz gerekmektedir. Bunun için tek yapmanız gereken yola çıkmaktır, onun için siz sadece yola çıkın... 
Bakın göreceksiniz önünüzdeki zorlu engeller bir bir basitleşecek, engelleri geçmek bir oyun haline gelecek. 
Nerede ise zorluk dediğiniz şey bir eğlence olacaktır...

16 Eylül 2018 Pazar

KENDİN OLMAK

Yaşam bir tiyatro gibidir ve fiziki aleme adım attığımız andan itibaren adeta bir sahnenin ortasına bırakılır ve orada rolümüzün ne olduğunu tam olarak anlayamadan bir şeyleri yapmaya çalışırız.

Peki, esas yaşam rolümüzün ne olduğunu nasıl anlayacağız?
Bir başka ifade ile dile getirirsek, yaşam dediğimiz muammalı yolculuk nasıl bir şey,  bu yolculukta nasıl yol alıyoruz?

Bu iki kritik sorunun cevabını bulmak, aslında yaşamın gayesini anlamak ve bu aleme neden geldiğimizin cevaplarını da  bulmak olacak.

Gelin şimdi yaşam senaryosunun sergilendiği tiyatro sahnesine bir göz atalım; 
Yaşama gözümüzü açınca içinde bulunduğumuz bir sahne dekoru var ve tabi bu dekoru oluşturan ana aktörler aile ve bulunduğumuz çevre. Yaşam senaryosunun şekilleneceği esas ortam işte bu çevredir. Bulunduğumuz çevrenin içine; dil, din, kültür, sosyal yaşamın tüm etmenleri, eğitim, öğretim, bulunulan coğrafya gibi fiziki alemin tüm enstrümanları girer. 

İşte yaşama adım attığımız andan itibaren, fiziki alemde bulunma sebebimiz olan ruhsal tekamülümüz için farkında olmadan çabalar dururuz. Ancak burada kritik olan şey, bu alemde bulunma sebebimizin fark edildiği dönemdir. Sürecin doğal gelişim safhasında, insan denen varlık belli bir fiziki ve ruhsal yaş olgunluğuna ulaşınca, yaşamı sorgulamaya başlar ve bazı şeylerin farkına varır.

Fakat bu noktaya gelene kadar fiziki alemin tüm dekor, aktör ve şartları, yani yukarıda bahsettiğim tüm enstrümanlar bizi belli bir kalıbın içine sokmuş, yaşam farklı inanç formatlarını bizlere yüklemiş, kısacası bizi aslında bize uymayan ve belki de bize hiç ait olmayan bir elbisenin içine sokmuştur. 
İşte vurgulamak istediğim nokta da tam burası. İnsanoğlu bu farkındalığa eriştiği an, gerçek benliği ile karşılaşır. Bu bir sorgulama, araştırma, yüzleşme dönemidir. Ancak, bu süreçte insanın kendine uygun olan elbiseyi bulması ve giymesi gerekir. 

Söylemek istediğim şey, aslında bulunduğu alemde yaşayan insanın çoğunlukla toplum dışına düşmemek için, yine toplumun yarattığı bir tür üniformaya bürünüp gerçek kendisi olamadığıdır. Farkına varmadığı sürece bu üniformayı rahatlıkla taşıyabilir ama ruhsal benliği ile fiziki alemdeki kişiliğinin uyumlu olmadığını fark ettiği anda işler değişir ve bir memnuniyetsizlik, mutsuzluk, huzursuzluk dönemine girer. 

Şimdi gelin bu dönüm noktasını biraz daha açalım.
Doğunca bir takım kalıplar içinde yetişip, yaşam senaryomuzu oynamak için sahneye sürüldüğümüz rol apaçık ortada. Sonrasında bakıyoruz ki, aslında gerçekten oynamak istediğimiz rol  ile yaşam sahnesinde oynadığımız rol hiç de bir birine benzemiyor. 
Sanki üstümüze uygun olmayan bir üniforma içinde sıkıştırılmış yüzüne taktığı maske arkasına sığınmış, düşüncesi ve davranışı birbiri ile örtüşmeyen tamamen farklı bir insan olup çıkıvermişiz. 
Belki şöyle de denebilir; içi başka, dışı başka... maskeler takmış insanlar topluluğunun bir parçası olup çıkıvermişiz...

Peki, bunun farkına vardığımızda nasıl davranıyoruz?
Cevap çoğunlukla mevcut üniforma ve takılmış maske ile rol yapmaya devam etmek yönünde oluyor. Yani maskesini çıkarmaya cesaret edemeyen insanlar topluluğu... Zor bir süreçten bahsediyoruz; yıllarca taşınan bir maskeyi çıkarıp, ruhunun derinliklerinde tanıştığı gerçek kendisi gibi davranabilme cesaretinden...

"Neden zor derseniz?" gelin cevabını birlikte arayalım....
Mutlak doğru diye bir şeyin olmadığı bir dünyada, kime ve neye göre veya doğru, yanlış diye öğretilmiş bir yığın kurallar silsilesi içinde, bize dayatılan örneklere benzeyerek gerçek benliğimizden neredeyse tamamen uzaklaşmışız dır.

İnsanoğlu farkına varmıştır. Aslında iki kişidir, birisi ruhunun derinliklerinden seslenen ve esas yaşatması gereken gerçek kendisi, diğeri ise toplum ve çevrenin belli saçma sapan kalıplara soktuğu başka bir kişi, maske ve üniforma ile dolaşan bir kişi... Bu iki kişinin birbiri ile hiç de alakası yoktur... ruhunun sevdikleri, istedikleri, arzu ettikleri başka iken, maske takmış fiziki alemin esiri olmuş diğer benliği bambaşka şeyler istemektedir. 
Ancak, şunu unutmamak gerekir... esas tekamüle gidecek yol gerçek kimlikten, ruhun derinliklerinden gelen sesin takibi ile olur... 
Fiziki alemin dayatmaları, toplumun zorlamaları ile insan sadece tiyatro sahnesinin esiri olur, bir figüran olmaktan öteye gidemez.

Haydi gelin sorun kendinize... kimsiniz, kim olmak istiyorsunuz?
Ruhunuzun derinliklerinden size seslenen sesi mi takip edeceksiniz, yoksa fiziki alemin kalıp ve dayatmaları arasında rol yaparken kendinden  uzaklaşmış bir insanın sesini mi?

Siz en iyisi cesaret edip size dayatılan, size uymayan kalıpları kırın, etrafınızdaki kalın duvarları yıkın, zincirleri koparın... 
Ya fiziki alemin mutluluk ve mutsuzluk kavramları arasında gidip gelip kaybolacak, ya da gerçek benliğinize kavuşup ruhunuzun derinliklerinde bulunan huzura ulaşacaksınız...

Bu yolda zaman zaman toplumdan ayrı düşecek, dışlanacak ve tenkit edileceksiniz. Bırakın, size ne derlerse desinler... 
Çıkarın size giydirdikleri üniformayı, maskeyi, yüzleşin kendinizle ve dinleyin ruhunuzun sesini...
Özetle söylemek gerekirse, kendinizi özgürlüğe kavuşturun, gerçek kendiniz olun, kendiniz gibi davranmanın keyfini çıkarın...
Huzur ve tekamüle ancak bu şekilde ulaşılıyor...

9 Eylül 2018 Pazar

KAVGAMIZ KİMİNLE?

İnsanoğlu doğası gereği sürekli karşısındakinde kusur arar, hatalarının faturasını genelde karşısındakilere çıkarır.
Peki bu söylem herkes için geçerli midir? 
Tabii ki istisnalar vardır ama genelde karşılaşılan durum, giriş cümlesinde söylediğim gibi tezahür eder ve çoğunluk yaptığı hatayı kabullenmez.

"Bunun sebebi ne olabilir?" diye uzun zamandır, sorgular dururum.
Neden hatalarımızı başkasının omuzuna yükleme gayreti içinde oluruz, neden yapılan hatalarda suçu başkasında arar da kendimizi hiç sorgulamayız?

Kanaatimce, bahsettiğim bu konu ruhsal gelişimin önemli merhalelerinden birisidir. Ruhsal gelişimde belli bir olgunluğa erişen ve ruhsal dünyaları ile fiziksel dünyaları arasında denge kurabilen kişiler bunu başarabiliyor ama bunu gerçekleştiremeyen kişiler, maalesef bunu başaramıyor. Bunun yegane sebebi kendileri ile yüzleşmeyi beceremedikleri ve sürekli olarak kendilerinden kaçmaları. Eğer, yüzleşme işini başarabilseler zaten sorun ortadan kalkacak; yüzleşmeyi yapabildikleri için olası hatalarını ve kusurlarını görebilecekler, hatta yaptıkları hareketlerin doğruluğu veya yanlışlığını mukayese edebileceklerdir.
Ama genelde sergilenen davranış şekli böyle olmaz, insanlar kendi hata ve kusurlarını, hatta başarısızlıklarını görüp düzeltmeleri gerekirken, tam aksine karşılarındaki insanları suçlamayı ve yükü üstlerinden atmayı benimserler. 
Bu onlara en kolay gelen yol olmakla birlikte, maalesef sorunu çözmeyip, ruhsal dünyada daha derin yaralar, tahribatlara sebep olur. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yüzleşmeyi beceremeyen insanlar, sorunlarını tıpkı bir halının altına süpürülen tozlar gibi biriktirip, içlerinde saklarlar, bu da bir tür ruh kirliliği yaratır.

Sürekli olarak bahsettiğimiz ezoterik öğretilerin hepsinin temelinde bulunan ana öğreti, belki de her şeyin temelini oluşturan "kendini tanımak ve kendinle yüzleşmek" kavramı burada da karşımıza çıkmaktadır.
Bilir misiniz ki, aslında hata ve kusurları başkalarına atan insanların tamamı kendi gerçeğinin farkında olmayan veya kendi gerçeğinden kaçan insanlardır. İçin için kızdıkları aslında kendileridir ama bununla yüzleşmeye cesaretleri olmadığından, kolaya kaçar, karşılarındakileri, kendileri dışındaki insanları suçlarlar. Kibir diye adlandıracağımız ve insanoğlunun kendisine en büyük zararı veren duygu, işte böyle anlarda devreye girer. 

İsterseniz bu vesile ile kibir denen bu duygunun açılımına bir bakalım;
Kibir; insanın fiziki dünyaya ait değerleri yani;  mevki, makam, bilgi, zenginlik, soy, güzellik gibi hususiyetleri sebebi ile kendisini diğer insanlardan üstün görme hastalığıdır.

Ama şurası bilinmelidir ki, kibir hiçbir sorunu çözmediği gibi, insana bir yardımı da olmaz. Sadece gerçeklerden uzaklaşmak, gerçekleri kabul etmemektir, kibir duygusunun verdiği... Gerçek yüzü saklamak için takılan bir maske gibidir. Evet, bir an için insan kendini aldatmış, sözüm ona olayı çözmüştür. Ancak, çözülmüş bir tek şey yoktur, tüm sorunlar ortada durmakta ve sadece görmezden gelinmektedir.
Bilir misiniz ki, hataların ve kusurların kabullenilmesi, insanın bunları önce kendi iç dünyasında itiraf etmesi ve sonrasında hata ve kusur yaptığı kişi ile paylaşması, özür dilemesi en büyük erdemdir.

Peki bu özür dileme, karşısındaki kişi için çok önemli midir?
Bence bu hareketin en büyük katkısı, bu davranışı sergileyen insana, yani kusurları ile yüzleşen insanadır. Çünkü bunu yaparak, o insan tekamül yolculuğuna çıkmaya hazırdır, tıpkı uzun bir seyahate çıkacak yolcunun, yol öncesi hazırlığı gibidir.
Kendini tanımaya karar vermiş, hata ve noksanlarını görüp yüzleşmeyi kabul etmiş, kibrini ve dolayısı ile tekamül yolundaki en büyük engeli, kendisini yenmeyi öğrenmiştir. 
Tıpkı insanın kendini yeniden keşfetmesidir, kendi gerçeğini görmesidir. Kendini tanımış, öz güveni yerine gelmiştir. Kibir denen duygunun en büyük düşmanı olduğunu anlamaya başlamıştır. 

Bu süreçte insan kendini sorgulamayı öğrenmiş ve şunu sormuştur kendisine;
Acaba bende de hata olabilir mi?
Acaba yaşadıklarımın sebebi ben miyim, yoksa çevrem veya çevremdeki kişiler mi?
İşte bu soruların sorulmaya başlamasıdır, ruhsal tekamül yolculuğuna çıkış...

Bir şeyin daha farkına vardırır tüm bu sorular ve insan sorar kendine.....
İnsanlarla yaptığım kavga, aslında benim kendimle olan kavgam mıdır?
Yaşama bu pencereden bakmayı beceren insan, yaşadıklarını analiz eder, bulduğu hatalı alanları kabul eder, kendisi ile iç huzurunu sağlar ve dolayısı ile çevresi ile de huzuru sağlamış olur... Başkalarına yaptığı haksız suçlamaların sorgulamasını yapar, tolerans ve hoşgörü kavramlarının derinliğini anlamaya ve onları yaşamında uygulamaya başlar. Bu yolda attığı her bir adım, ona yeni kapılar açar, tekamül denen kavramı içselleştirir, algılarının nasıl da hızla açıldığını görür. Bütün bu süreçte öz güveni daha da artar ve yaşam onun için bir oyun olmaya başlar.
Ne yaşamak istediğini, nasıl yaşamak istediğini bilen; önce kendisi, sonra çevresi ile barışık bir insan olur. İstediğinde çok zor olan fiziki alem şartlarının, sadece bir algı değişikliği ile nasıl da basitleştiğini görmeye başlar. Aslında tüm olanlar ve olacakları kendisinin hazırladığını anlar. Bu bir farkındalık sürecidir, yeni bir yaşama adım atmaktır.

İnsanın, kibirli duruşlarla yarattığı ayrıcalıklı rollerin getirdiği yükü taşımaması ve bu yükün etkisi ile kendisi, karşısındakiler ve etrafında  gelişen olaylarla sürekli çatışmaması, çok büyük bir lükstür. 
Huzurlu ve dingin bir yaşam ancak gereksiz yüklerden kurtulup, insanın kendisi ile olan kavgasına son vererek, iç çatışmasından  arınması ile mümkündür...

2 Eylül 2018 Pazar

İÇİMİZDEKİ HAZİNE

Hatırlarsanız geçmiş yazılarımda bilinç ve bilinç altı hakkında bazı bilgileri sizler ile paylaşmıştım.

Bilinç dediğimiz kavram fiziki alemdeki bilgi birikimimizi ifade ederken, bilinç altı dediğimiz bölüm geçmiş yaşamlarımıza ait tüm bilginin bulunduğu alanı tarif eden bir kavramdır.

Gelin fiziki alemde kullanılan bilinç kavramı yerine, ruhsal dünyamızla doğrudan ilgili bilinç altı kavramına göz atalım.
Bilinç altı dediğimiz alan aslında bilincimizle doğrudan ilgili, tüm yaşamımıza birebir bağlı bir alan. Bilinç ve bilinç altını fiziki yaşam boyunca yan yana iki daire komşusu, hatta aynı evde bitişik duvarı olan iki oda komşusu gibi de değerlendirebilirsiniz.

Şöyle bir düşünün; doğduğunuz andan itibaren bilinciniz fiziki yaşınızla birlikte sıfırdan gelişir ve şekillenirken, bilinçaltınız tüm yaşamınız boyunca geçmişten gelen sabit bilgi ile sizinle beraberdir. Yaşamınız boyunca aynı bedende yan yana var olan iki değişik alan...


Peki, şimdi soralım kendimize, bu iki alan arasındaki ilişki nedir ve ne olmalıdır?
Eğer, bilinçaltımız geçmiş yaşamların birikimi, tüm bilginin kayıtlı olduğu yer, büyük bir kütüphane ise, doğal olarak bizim için yaşamsal bir önemi vardır. Çünkü, aslında bilinçaltımız bizim en kıymetli hazine sandığımızdır.

O zaman soralım kendimize, bizim için bu kadar kıymetli hazine sandığının kapağını aralayıp da, hiç içine bakıyor, o büyük kütüphanedeki bilgiyi hiç merak ediyor muyuz?

Maalesef insanoğlu denen varlık yaşamı boyu yanı başında olan, birlikte olduğu bu hazine odasının kapısını aralamaz, aralamak istemez. Sebep aslında basittir..... bilinçaltı dediğimiz odanın içinde gerçeğin kendisi vardır. 
Kişi o odaya bir girebilse, o odada düşünmeyi, soru sormayı, ne yapması gerektiğini, bu dünyada ne aradığını, neden bulunduğunun cevaplarını bulacaktır. O odada bulacağı aslında tam da kendisidir ama gelin görün ki, bu manzara onu memnun etmez. Zira, o odaya girdiğinde göreceği şey kendisi olmakla birlikte, bunu kabullenmek hiç de kolay değildir. 
Zaman zaman zor da olsa, aralar kapısını bu hazine sandığının, cesaret bulur, bir bakayım der ama hemen oradan çıkar, terk eder.

Düşünmemek elde değil; böyle bir hazine varken neden kaçar insanoğlu, neden böyle bir fırsatı elinin tersi ile iter?
Sebep basittir, o odada aslında bulacağı kendisi, sorgulayacağı da kendisidir. Yüzleşeceği, yüzleşme sonunda bulacağı da gerçek kendisidir. İşte bu yüzleşme hiç de cazip değildir. Zordur, yorucudur, zahmetlidir. Doğası gereği zordan kaçar ve yüzleşme denen şey insanoğluna hiç de cazip gelmez.

Halbuki, bakmayı bir başarabilse o içindeki gizemli, bilgi dolu, serüven dolu hazineye... bambaşka bir hayatı olacak, doğrudan hedefe yönelecek, neden dünyaya geldiğinin cevabını bulacaktır. Erişeceği bu bilgi ve geçmişin tüm yaşanmış tecrübesi, aslında onu özüne döndürecektir... Özüne ve gerçek ruhuna...

Peki, insanoğlu genelde nasıl davranıyor ve elinin tersi ile bu şansı neden iteliyor?
Yukarıda bahsettiğim gibi yüzleşmek zorlu bir yolculuktur, cazip değildir. Bunu başaran insan sayısı sınırlıdır ama başaran sınırlı sayıdaki insan da, yaşamın şifresini çözebilen, daha da ötesi, tekamül denen yolda mesafe kat eden insan demektir.

Bu yoldan kaçan, kolaya kaçan insan için yaşam dünyanın aldatmacaları içinde kaybolmak demektir. Dünya nimetlerinin aldatmacası içinde savrulup gitmek, her geçen gün benliğinden, özünden, ruhundan uzaklaşmak, kısacası; dünyada bulunma sebeplerinin uzağında boş bir hayat geçirmektir.

Boş, huzursuz, mutsuz bir hayat...
Aradığınız gerçekten böyle bir hayat mı, yoksa biraz gayretle gerçek kendinizle tanışarak bambaşka bir hayat mı?
Her şey sizin elinizde... kendinizi engellemediğiniz, kendinizden kaçmadığınız sürece...

26 Ağustos 2018 Pazar

HAYALLERİMİZ VE DUALARIMIZ...

Hayal kurmak ve hayallerimiz...
Acaba hiç düşündünüz mü, hayallerimizin ruhsal dünyamızla ilgisi nedir veya hayallerimiz ne kadar değerli, ne kadar önemlidir?
Ben konuya ruhsal dünya gözüyle baktığımda, hayal alemi ile ruhsal dünyanın doğrudan ilgili olduğu kanaatindeyim.

Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım ve bunun için öncelikle "hayal" ile "hayal kurmak kavramlarının" ne demek olduğuna bir göz atalım.
Hayal; "zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi gözlenen şey" diye tarif edilmektedir. Bu silsilenin hayata geçirilmesi ise hayal kurmaktır. 
Demek ki, hayal kurmak için öncelikle zihnimizde bir şeyler tasarlamalı ve canlandırmalıyız.

Peki, bir şeyi zihinde tasarlarken kaynağımız ne olacak?
Normal şartlarda zihnimizde bulunan bilgi, fiziki aleme geldiğimiz andan itibaren bulunduğumuz ortam, görgü, kültür vs konuların bir toplamıdır. 
Ancak, burada bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir, diye düşünmekteyim. 
Neden bazılarımız, sadece zihnimizdeki fiziki alem bilgisi ve birikimi ile hayal kurarken, bazılarımız sınır tanımadan hayal aleminin engin ve sınırsız dünyasında çok geniş bir hayal gücüne sahiptirler?

Hayal gücünü fiziki alem bilgisi çerçevesinde sınırlı tutanlar, doğal olarak o sınırların içinde kalırlar. Eğer hayal kurmak, tasarlanan ve canlandırılan şeylerin gerçekleşmesini gözlemek ise, doğal olarak hayallerinizi ne kadar sınırlı tutarsanız, hayal dünyanız da o kadar küçük kalır. Çünkü, siz gerçekleşmesini beklediğiniz şeyleri daha en baştan zaten sınırlamışsınız dır.


O zaman akla şöyle bir soru geliyor.
Nasıl oluyor da, bazılarımız daha büyük hayaller kurup, sınırları zorluyor, daha önce yaşamadığı, görmediği, düşünmediği şeyleri hayal edebiliyor?

Eskilerin bir sözü vardır, "yaradanın hazinesinde çoktur, yeter ki siz istemesini bilin". Her eski ve kadim sözde olduğu gibi bu söz bütün soruların cevabını kısaca özetliyor. Öncelikle diyor ki; hayallerinize sınır koymayın. Bazılarımız için hayallerimiz, temelde yokluktan ve sıkıntılı yaşamların getirdiği bir terbiyenin verdiği, adına "kanaat etmek" yani "bana bu kafidir" demek olan bir düşünceden yola çıkarak, daha en baştan sınırlanmıştır. 
"Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz" deyişi küçük yaştan beyinlerimize nakşedilmiştir. Zaten daha siz en baştan isteklerinizi sınırlamış, fazlasını istemediğinizi beyan etmişsinizdir. 
Doğal olarak erişebileceğiniz şeyler de, en çok istediğiniz boyut kadar olur. 
Fiziki alemde hayal gücümüzü sınırlayan çok önemli bir olgu vardır ve sanki hayallerimize gem vurur, bir fren gibidir, düşüncelerimizi kitler. Kısaca "Mantık" dediğimiz bu şey hayal dünyamızın önündeki en önemli engeldir. Çünkü doğduğumuz andan itibaren hep mantıklı olmamız öğretilmiştir. Tamam, bu bazı şeyler için doğru olabilir ama unutmayın ki, bu bir noktaya kadar geçerlidir. 
Onun için önce gelin hayallerinize sınır koymayın. "Bu bana layık değil, buna, bu kadarına ihtiyaç yok" demeyin. Siz sadece hayal edin, önce hayal sınırlarınızı aşın, düşünün, daha iyisini isteyin, sadece isteyin. İstediklerinize de inanın ki, istekleriniz gerçekleşebilsin. 
Şöyle bir düşünün istemediğiniz, hayal etmediğiniz bir şey neden gerçekleşsin ki? Siz zaten daha en baştan istemediniz, sormadınız, hayallerinize sınır koydunuz.

Bakın, insanlık tarihi başarı hikayeleri, hep hayalleri sınırsız olan insanlar sayesinde yazılabilmiş ve fiziki alemdeki gelişmeler bu sayede gerçekleşebilmiştir. Başarı hikayelerinin arkasında hep yapılamaz, olmaz denen şeylerin peşinde koşan insanlar ve onların derin tutkusu, inançları ve sınırsız hayal güçleri vardır. 

İşte aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken bir şey budur. Bugün geldiğimiz noktadan daha ileriye de hayal gücümüzle gideceğiz.
Belki bazılarımız şimdi düşünüyor, "bunun neresinde mantık var, böyle şey olur mu?" 
Evet, aslında fiziki alem de böyle şekilleniyor, her şey çok basit de, biz bir türlü bu basiti algılayamıyoruz. 
Bu vesile ile şimdi gelin hayal gücüne gem vurmayan insanlara yakından bakalım ve onlar nasıl oluyor da, bu kadar sınırsız hayal gücüne sahip oluyorlar? 
Nasıl oluyor da başkalarının düşünemediği, bilmediği şeyleri düşlerinde canlandırıyorlar? 
İşte bu noktada ruhsal dünyamız devreye giriyor ve iki olasılık önümüze çıkıyor. 
Ya ruhsal dünyamızın derinliklerindeki bilgi, yani bilinçaltımız devreye giriyor, ya da görevli varlıklar devreye girip, geleceğe dönük bazı bilgiler için yönlendirme yapıyorlar. 
Bu konularda; "Deja vu" ve "Görevli varlıklar" yazımı hatırlatmak isterim. Bu noktada sadece bilinç altına inebilen, geçmiş ve geleceği görebilen kişilerin hayal dünyaları, doğal olarak fiziki alem sınırları ile düşünen bir kişiden farklı olacağını hatırlatmak isterim. Bu yeteneğin ise sadece algıları açmakla mümkün olduğunu söylemeye gerek yok.

Sonuç olarak unutmayalım ki, bir enerjiyiz. Hepimiz, gördüğümüz her şey bir enerji ve enerjinin değişik formları...
Ne kadar güçlü enerji, pozitif enerji üretirseniz o kadar isteklerinize yaklaşır, gerçekleştirirseniz. Onun için gelin bu günden itibaren olumsuz tüm düşünceleri kafanızdan çıkarın. İyiye, güzele odaklanın ve isteyin, ama sınır koymadan isteyin.

Bakın Einstein mantık için ne der; "Mantık sizi "A" noktasından "B" noktasına götürür, hayal gücü ise her yere"... Acaba Einstein zamanında hayal dünyasına gem vursaydı, bugün önümüzde çığır açan izafiyet teorisini geliştirebilir miydi veya kuantum gibi çağa damgasını vuran kavramları nasıl sorgulardı?

Kısacası, hayal etmeyenin bir şeye ulaşması mümkün değildir.
Sadece istediğiniz şeye odaklanın ve tefekküre dalın. Algınızı açmaya çalışın, ne istediğiniz, sizi nelerin mutlu edeceğini düşünün ve gönülden, inanarak onların gerçekleşmesini isteyin.


Peki, hayaller nasıl olacak da gerçekleşecek?
Siz sadece düşünün ve ufkunuzu geniş tutarak, sınır koymadan hayal edin, gözünüzde canlandırın istediklerinizi ve sonrasını dualarınıza bırakın. İşte onun için konu başlığını "Hayallerimiz ve dualarımız " diye seçtim. 
"Dua" başlıklı yazımda bu konuda daha önce geniş bilgi vermiş, dualarımızın yaşamımızda ne kadar önemli olduğunu ve maalesef çoğumuzun dua etmeyi bilmediğini söylemiştim.

Dualar tamamen pozitif şeyler üzerine kurgulanmalı ve tek taraflı olarak, sınır konmadan, yaradandan, evrenden istenmelidir. Doğru dua bu şekilde olmalı, içinde negatif hiçbir şey olmamalıdır.

Sadece hayal edin, sınır koymadan yaradandan, evrenden isteyin..... bırakın gerisini yaradan/evren olması gerektiği şekilde yapsın. Neyi ne kadar vereceğini, bizim iyiliğimiz ve tekamülümüz için o tayin etsin... 

Hayallerinize odaklanın ve isteyin. Unutmayın... sınır yok, sınırınız sizin hayal gücünüz. Başka bir ifade ile bir yere varmak, bir şeyler sahibi olmak, bir şeyleri başarmak istiyorsanız, önce onu hayal etmeniz, kafanızda bir proje gibi tasarlamanız ve yaradandan, evrenden doğru şekilde istemeniz gerekir.

Deneyin... bakın, hayatınız nasıl değişecek... sadece isteklerinizi tasarlayın ve olmalarına izin verin...