31 Aralık 2017 Pazar

NEDEN YILBAŞI?

Neden yılbaşı der ve yeni yılı kutlarız?

Malum, insan olarak sorular aklımıza geldikçe, cevaplarını da aramak ihtiyacı duyuyoruz.

İşte, ben de bu ihtiyaçtan yola çıkarak, içinde yaşadığımız 2017' nin son gününde bu sorunun cevabını elimden geldiğince sizlerle paylaşacağım.

Gelin önce konuyu dinler ve inanç sistemleri açısından inceleyelim.
Yeni yıl ve yılbaşı acaba tek bir dine, bir inanç sistemine ait bir kavram mıdır?
Biraz düşününce böyle olmadığını görüyoruz. Zira, tek tanrılı dinlerin hepsi için bir takvim ve doğal olarak yılbaşı kavramı var.
İbrani dininde Lunisolar 
takvim (Ay takvimi), Hristiyan dininde Miladi takvim, Müslümanlıkta Hicri takvim kullanıldığı gibi Hindu, Budizm gibi bir çok inanç sistemlerinde farklı takvimler kullanılmaktadır.

Aslında, insanlar varoluşlarından bu yana yaşamlarını belli döngülerin üzerine oturtmuşlar ve adına da takvim demişlerdir.
Ayrıca, bir çok felsefi öğretide de takvimleri bir şeyi başlangıç alan tarihler, olaylar belirlemiştir.

Bunların bir çoğunun temelinde yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu evrende yıldız ve güneş sistemlerinin hareketlerine bağlı olarak hesaplamalardan yola çıkılmış ama hepsinin temelinde bir milat, bir başlangıç olmuştur.

Böyle düşünmeye başlayınca aklımıza başka bir takım sorular gelmeye başlayabilir. 

Evet, madem hepsi bir şeyi başlangıç alıp, bunu belli dönemlerde tekrar ediyorsa, bunun altında başka bir şey olmalı diye düşünmekteyim. 
Acaba, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulmuş?

Biraz felsefe yaparsak t
akvim dediğimiz şeyin aslında, 3 boyutlu dünyanın tamamlayıcı unsuru olan zaman kavramını ölçmek için biz insanların belli bir temelden yola çıkarak kullandığı zamanı ölçme aracı olduğunu görüyoruz.

Dikkat ederseniz, hiçbir takvim bir yerden başlayıp sonsuza kadar üzerine gün ilave ederek gitmiyor. Hangi takvimi ele alırsanız alın, bu böyle...

Hepsinin ortak bir paydası var ki; o da belli bir zaman sürecinden sonra adına bir yıl deyip, ondan sonra yeni bir yılı, yeni bir süreci başlatıyor.

İşte, bence can alıcı nokta burası. Aslında burada belki de bize verilmek istenen şey bir umut, bir düşünme şansı, bir gözden geçirme şansı mıdır? 
Acaba, bizlere her günün sonunda uykuda yaptığımız gibi, gün sonu hesaplaşmasına benzer bir hesaplaşmanın yapılmasını mı remz etmektedir?

Özetleyecek olursak;

Her günün bir başlangıcı, her bir günün sonu...
Her ayın bir başlangıcı, her ayın bir sonu...
Her yılın bir başlangıcı, her yılın bir sonu var...

Bütün bunlar aslında, yaşam döngüsünün tam da kendisi. Hepimize, her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğunu gösteren bir tablo. Belki de, bize yaşam dediğimiz sınırlı zamanın değerini anlatan bir araç.

İnsan denen varlık özellikle kötü giden, kendisini mutsuz kılan, yoran, üzen ne kadar kötü duygu, düşünce ve yaşanmışlık varsa bunları bir yerde geride bırakmak ister. 

Onun için insanoğlu her yılın sonunda, yeni yıla büyük umutlarla, isteklerle, heveslerle, hedeflerle girmeyi arzu eder. 

Yeni yıl hepimiz için yeni bir başlangıçtır. Ama aslında kendimize her gün yeni bir yıl yaratabiliriz. Bunun için haftaların, ayların geçmesine gerek yok. Her bir yeni gün, yeni bir yıl olabilir. 
Yeter ki, biz her akşam yatarken, ertesi gün her şeye yeniden başlıyor gibi kendimizi şartlandırıp, kendimizi motive edebilelim...

Peki, biz insanlar bunun farkında mıyız?

Etrafıma baktığımda maalesef bir çok kişinin farkında olmadığını, farkında olanların ise çok azının bu fikri hayata geçirebildiğini görüyorum...

Gelin bu sene farklı bir şey yapalım, kendimize yeni bir takvim yaratalım. 


Tamamen bize ait, başlangıcı 1 Ocak 2018 olan bir takvim. 

Her günü bir hafta gibi, bir yıl gibi değerlendireceğimiz bir takvim. Gün içinde olumsuzluklar yaşasak bile her ertesi güne tıpkı "Yeni yıl umut ve beklentileri" ile başlayabileceğimiz bir takvim...

Ve buna bir ad verelim isterseniz, kendi adımızı verelim. Ben benimkine Fahir'in takvimi diyeceğim, siz de kendi adınızı verin...

Özetlemek gerekirse, h
er yeni güne sıfırdan başlayacağınız kendi takviminiz olsun......

Yeni bir başlangıç olsun; Ruhun ölümsüz olduğunu iyice içimize sindirmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Ruhumuzun bedenimizde tekamül için misafir olduğunu anlamak için...


Yeni bir başlangıç olsun; Misafir olduğumuz bedene iyi bakmayı öğrenmemiz, ona daha itinalı davranmamız için...

Yeni bir başlangıç olsun; Algılarımızı açabileceğimizi anlamak ve bu yolda çalışmak için...

Yeni bir başlangıç olsun; Evreni, yaradılışı anlayabilmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Farklı alemlerin var olduğunu ve bu alemleri anlayabilmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Bu dünyaya yaşam senaryomuzu oynamak için geldiğimizi görmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Alt bilincimizde varoluştan bu yana tüm geçmiş bilginin bulunduğunu anlamak için...

Yeni bir başlangıç olsun; Kendimizi anlamak, tanımak ve yüzleşmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Kendimizle barışmak için...


Yeni bir başlangıç olsun; Ön yargılardan kurtulup, insanları yargılamamayı, onları olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Önce kendimizi affetmek, sonra başkalarını affetmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Neden bu aleme geldiğimizi anlamak için...

Yeni bir başlangıç olsun; Pişmanlıklardan kurtulmak için...

Yeni bir başlangıç olsun; Nedensiz, niçinsiz, amasız, fakatsız sevmek için...

Yeni bir başlangıç olsun; Esas huzur ve mutluluğun fiziki alemin değerlerine bağlı olmadığını anlamak için...


Yeni bir başlangıç olsun; Yaşadığımız hayatı sevmek, sevdiğimiz hayatı yaşamak için...

Kısacası, gelin yarın hep birlikte yeni bir başlangıç yapalım...
Her günün aynı değerde, her sabahın da yeni bir başlangıç olduğunu içimize sindirerek... 

Gelin bunu yaşam felsefemiz yapalım...

"Yılbaşı" yerine yeni kavram yaratalım.. "Günbaşı" diyelim...  her  bir yeni günü yılbaşı imiş gibi kutlayarak, kutsayarak yaşamayı öğrenelim... 

Her gününüz yeni yıl gibi olsun, her gününüz huzur ve mutluluk dolsun.....

"Günbaşınız" kutlu olsun...

24 Aralık 2017 Pazar

KAOSTAN DÜZENE ...

"Kaostan düzene" söylemi felsefe ve bazı Ezoterik öğretilerde sıkça kullanılan bir kavramdır.
Latince kökenli "Ordo Ab Chao" cümlesinin "Kaostan, düzene" olarak çevirebileceğimiz Türkçe karşılığıdır.

Bu kavramın altında yatan nedir, ne demek isteniyor?
Önce, gelin birlikte "Kaos" kelimesinin manasına bakalım.
Kaos, kargaşa ve karışıklık demektir. Bir başka ifade ile evrenin düzene girmeden önce, içinde bulunduğu biçimden ve düzenden uzak karmaşık, karışık haldir.

Peki, bu düzen nasıl sağlanıyor ve ne kadar sürüyor, hatta daha da önemlisi tam bir düzen sağlanabilmiş midir?
Bunun cevabını "Evet" olarak vermek mümkün değildir. Zira içinde bulunduğumuz, halen yaşadığımız an, zaten düzene ulaşma çabalarının ve sürecinin yansımasıdır. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, yaşadığımız an kaosdan düzene giden yolculuğun tam da kendisidir.

Zaten, "Kaosdan düzene" derken, biten bir şeyden bahsedilmediği, yürüyen bir süreç olduğu ve o sürecin içinde olunduğu anlaşılıyor.
Şimdi aklımıza şöyle bir soru gelebilir.
Kaos deyince acaba sadece fiziksel dünyayı mı anlamalıyız, yoksa ruhsal dünyamız da bunun içinde midir?

Konuya iki açıdan da bakmak lazım, zira kaos dediğimiz şey hem fiziksel alemi, hem de ruhsal alemi ilgilendiren bir şeydir.
Olaya fiziksel boyutu ile bakarsak; yaşadığımız evrende ve fiziki alemde evrenin oluşumundan günümüze geçen milyarlarca yıl süresince yaşananlar ve geçen safhalar tamamen kaosdan düzene doğru bir yol alıştır. 

Şöyle bir çevrenize bakın ve düşünün, evrenin varoluşundan bugüne dünyamız hangi tabii afetlerden, felaketlerden geçmiştir.
Peki, bunlar bitmiş midir?
Biraz önce söylediğim gibi bunlar bitmemiştir ve bitmesi de zor görülmektedir. İşte, bu noktada sizlere bunun neden bitmediğini, bizim anlayabildiğimiz ve algılayabildiğimiz zaman kavramı ile neden bitemeyeceğini ifade etmeye çalışacağım.

Buradaki en önemli nokta kaosun sadece fiziksel dünya ile değil, ruhsal dünya ile de ilgili olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu noktayı biraz daha açmaya ve açıklamaya çalışacağım.

Hatırlayın; ruhun tekamülü için beden kullanılmaktadır. Yani, ruhsal tekamülümüz süresince bir araca ihtiyaç vardır ve bedenimiz işte bu ihtiyacı gideren ruha aracılık eder.
Yine hatırlayacak olursanız; ruh tekamül yolunda ilerlerken kullanılan en önemli mekanizma düalite prensibidir.

Neydi düalite?, zıtlıklardan dengeyi bulmak, artı ve eksi kutuplar arasında gidip gelerek nötr noktasına ulaşabilmek. 
Yani sıcak - soğuk, iyi - kötü, güzel - çirkin, zenginlik - fakirlik, siyah - beyaz gibi sayabileceğimiz binlerce zıtlık arasında, farklı uçlardan sıfır noktasına gelebilmek.

Çünkü, burada bir hedefimiz var, ruhu tekamül ettirebilmek için farklılıkları görüp yaşamak ve bunlardan ders alarak tecrübeleri ruha aktarabilmek, özümsemek ve tekamül edebilmek.

Hep söylediğim gibi yaşam bir oyun, sizin yazıp, oynadığınız bir oyun ve sebebi de ruhumuzu tekamül ettirebilmek. Yazdığımız bu senaryoyu oynadığımız yer ise fiziki alem, algıladığımız hali ile evren ve üzerinde yaşadığımız dünyamız. 
Aslında, dünya dediğimiz yer bizim yaşam senaryomuzu sahneye koyduğumuz fiziki ortam, yani bizim tiyatro sahnemiz.

Şimdi ortaya bir şey çıkıyor, kaos dediğimiz şey, ruhsal dünyamızdaki kargaşanın fiziki aleme yansıması. Kısacası, tam bir fırtına ortamı ve kargaşa. 
Ruhunuz bir taraftan mücadele ediyor, dengeyi bulmaya çalışıyor, diğer taraftan hissettiğimiz sevinçler, üzüntüler, mutluluk, mutsuzluk, gelgitler,..... bizleri sürekli bir yerlere savurup duruyor.

Şimdi esasa, can alıcı noktaya gelelim... 
Bütün bunları nerede hayata geçiriyoruz? İçinde yaşadığımız dünyada... Tüm bu düşünce karmaşasını hayata geçirdiğimiz yer dünyamız. Ruhsal fırtınaları yarattığımız ve yaşadığımız yer ve orada bu kaosu yaratan aslında bizleriz, bizim ruhsal dünyamız...

Düşünün, çıkan savaşlar, felaketler, güzellikler, tahribatlar ve benzerleri... ruhsal yaşamdaki karmaşalarımız  ve kavgalarımızın yansımaları... yansıdığı yer ise, dünyamız...

Herkesin farklı farklı senaryoları hayata geçirmeye çalıştığı büyük bir tiyatro sahnesi. Bütün bu şartlar çerçevesinde siz gelin düzene ulaşın, bu kadar kargaşa arasında mümkün mü?...

Aslında çok basit olan yaşamı karışık ve karmaşık hale getiren bizleriz. Yaşadıklarımız ve gördüklerimiz ruhsal dünyalarımızın karmaşasının fiziksel dünyaya yansımasıdır. 
Tıpkı bir projektörün ekrana yansıttığı görüntü gibi. Düşünsel ve ruhsal dünyanızda ne varsa, onu sahneye yansıtıyorsunuz. 

Şimdi resmi daha netleştirebilmek ve anlayabilmek için projeksiyon örneğinden yola çıkarak, açıklamaya çalışalım. Perdede sizin iç dünyanızın yansıması var demiştik, peki ama aynı perdeye milyonlarca, milyarlarca görüntü yansıyınca nasıl bir ekran ortaya çıkar hiç düşündünüz mü? 

Ortaya çıkan şey bugün yaşadığımız dünyada gördüklerimizden başka bir şey değil. Dünyamız, biz insan denen varlıkların yaşam senaryolarını sahnelediği yer. 

Unutmayın, oyunun aktörü sizsiniz ve yazdığınız yaşam senaryonuza göre bir sahne dekoru yarattınız. İşte bu sahnede oynarken bütün ruhsal gelgitleriniz bu sahneye yansıyor. 
Zaman zaman sahneyi dağıtıyorsunuz, kargaşa yaratıyorsunuz, düzeni bozuyorsunuz, kararsızlıklar yaşıyor ve bunu sahne dekorunuza, yaşam senaryonuzda görev alan diğer aktörlere, figüranlara yansıtıyorsunuz. Bazen senaryo dışına çıkıp, farklı oyunlar oynamaya kalkıyorsunuz.

Bütün bunlardan çıkarmak istediğim, en azından benim çıkarabildiğim bir netice var.
Düzeni sağlayacak olan biziz, ruhsal dünyamızda tekamülümüzü gerçekleştirebildiğimiz ölçüde düzen sağlanmış olur.

Peki, tam düzen nasıl sağlanacak?
Mutlak düzen artı ve eksi tüm kutuplar nötr olduğunda sağlanacak. Yani tüm duygu ve düşüncelerdeki gelgitler dengeye gelebildiğinde sağlanmış olacak.

Sonuç olarak, tam tekamül artı ve eksinin buluştuğu sıfır noktasına ulaşıldığında, yani hiçliğe ulaşıldığında gerçekleşecektir.

Sorarsanız, "bunun bir sihirli noktası, şifresi var mı? "diye....

Evet, var... aslında çok da kolay... Sevgi...
Bırakın kavgalarınızı.... önce kendinizi sevmeyi öğrenin... unutmayın ki, en önemli varlık sizsiniz.. sonra çevrenizi sevin..

İnsanları sevmeyi öğrenin, statü, maddi durum, dil, din, ırk farkı olmaksızın sadece insan oldukları için insanları sevmeyi öğrenin... doğayı sevin, canlıları ayırım yapmadan sevin. 

Yaşamın bir oyun olduğunu ve bu oyunun tuzağına düşmeden karşılıksız sevmeyi öğrenin... İşte bunu gerçekleştirebildiğinizde, bakın görün dünyanız nasıl değişecek... bakın görün kaostan düzene nasıl da kolay geçeceksiniz...

Sevgiyle kalın.....

16 Aralık 2017 Cumartesi

PEŞİN HÜKÜMLERİMİZ ...

Dikkat ederseniz, zaman zaman tüm yaşamımızı peşin hükümler üzerine kurguluyoruz.

Yaşamımızı karartan, hatta bir kaosa çeviren peşin hükümler ve varsayımlar üzerine...

İnsan denen varlık yaşam kurgusu içinde, gerek geçmiş yaşamından taşıdığı miras, gerekse bu yaşamında edindiği tecrübeleri çerçevesinde bilincini kullanarak bir takım yorumlarda ve varsayımlarda bulunur.

Bunun neticesinde bazı ön yargılara varır.
Bu, insanların yaşam senaryolarında yapıları gereği oynadıkları bir roldür ve doğal olarak tüm insanlar varsayım yapma eğilimindedir.

Tabii ki, varsayımda bulunmamız çok da doğaldır ve yukarıda söylediğim gibi yaşamın da bir gereğidir. Ancak, sorun varsayım yapmamızda değil, yaptığımız varsayımların gerçek olduğuna inanarak bir takım hükümlere varmamızdadır.

Bütün bunları yaparken kendimizden ve varsayımlarımızın doğruluğundan o kadar eminizdir ki, kodlarımızda bulunan miras gereği, kendimiz inandığımız için diğer insanları da aynı konuya inandırmaya çalışırız. 

Hatta, dönem dönem karşımızdakini ikna etmek için yemin bile ederiz.

Özetle, başkalarının yaptıkları veya düşündükleri hakkında varsayımlar yapar ve bunun neticesinde peşin hükümlere varırız. Aslında yaptığımız şey gördüğümüz, duyduğumuz şeyleri kişisel olarak almamızdan kaynaklanır. 


Hatırlarsanız daha önceki yazılarımda, bir şeyi kişisel olarak üstünüze almak demenin, size o davranışı yapan veya sözü söyleyene tepki vermek durumunda kalmanız demek olduğunu söylemiştim.

İşte bir şeyi üstünüze aldığınızda ilk olarak verilen tepki çoğunlukla karşıdaki kişiyi suçlamak olarak tezahür eder.

Bakın süreç nasıl işliyor;
Önce karşımızdaki kişinin davranış ve sözlerini üstümüze alır, kişiselleştiririz. Sonrasında yorum yapar, varsayımda bulunuruz ve sorun da tam bu noktada başlar. 
Kişiselleştirdiğimiz şey yanlış anlamanın kapısını aralar ve sonuçta ortaya bir hiç uğruna dram yaratacak bir tablo ile karşı karşıya kalırız.

Farkında mısınız? Yaşamımız boyunca bütün üzüntü ve dramların bağlı olduğu şey, olayları ve sözleri üstümüze alıp, bunun neticesinde yorum yapıp, hüküm vermekten kaynaklanır.
Tek yapılması gereken gerçek olanı düşünüp, sorgulayıp bulmak iken, peşin hükümlerle kolaya kaçar, üstümüze aldığımız söz ve davranıştan hareketle kararlar alırız.

Gerçeğin ne olduğuyla çok da ilgilenmeyiz, çünkü bu kolay yoldur. Sorgulamadan kolayca üstümüze aldığımız ve kişiselleştirdiğimiz tüm şeyler, bizi yanlışlığın tam da ortasına atar. 

Daha da ötesi, söz ve davranışların manipülasyonu ile hayatımızı zehir ederiz. Bir cehennem yaratırız adeta ve yaratılan bu cehennem tamamen bizim yarattığımız bir hayale dayanmaktadır. Yarattığımız bu çıkmaz yetmezmiş gibi, bir de inandığımız peşin hükümleri başkalarına yayar, onların da bu sarmala girmesine sebep oluruz. 

Unutmayın, biz insanlar hayal dünyalarımızda yarattığımız peşin hükümleri başkalarına aktarmak için dedikodu türü iletişim sistemlerini de kullanırız. Bu sayede ürettiğimiz yanlış ve zehirli bilginin başkalarına da yayılmasına yardımcı oluruz.

Peki bütün bunların sebebi nedir?
Sebep aslında çok basit; sormak, öğrenmek ve gerçeği anlamak yerine, biz kolay olan yolu tercih ederiz. 

Halbuki, peşin hükümlerden kurtulup sormak, gerçeği araştırmak daha doğru olmaz mı? Zira, unutmayın ki, bir çok varsayımımız ve arkasından peşin hükümlerimiz yüzünden acı çekip duruyoruz.

İnsan zihninin çok önemli bir özelliği vardır, sürekli şüphe duymak... Şüphe yaradılıştan bu tarafa kodlarımızda olan bir özelliktir. Bu özelliğimiz sebebiyle zihnimizde çok fazla karmaşa yaratırız. 

İşte, bu karmaşa anlarında doğru yorumlamalar yapmak ve olayları doğru irdelemek çok zordur. 

Ne gördüğümüzü tam anlamak yerine, ne görmek istediğimize, ne duymak istediğimize odaklanırız. Gerçekle ilgisi olmayan hayal ettiğimiz şeyi görürüz ki, bu da bizi yanlış kararlarla karşı karşıya bırakır ve sonunda üzülen taraf oluruz.

Sonunda ne olur?  Hayal ettiğimiz şey karşımıza çıkmadığında veya yaşadıklarımız hayal ettiğimizle uyuşmadığında, üzülen ve acı çeken taraf oluruz.

Yani, gerçekle yüzleştiğimizde hayal kırıklığı yaşar ve yaşatırız.

Konuyu biraz daha derinlemesine inceleyecek olursak, karşılaşacağımız manzara bizi daha farklı yerlere götürecektir.
Şimdi bahsedeceğim konu belki bizleri rahatsız edecektir. 

Ama, spritüel aleme yakın bir kişi iseniz söylediklerim daha anlam kazanacaktır.

Bilir misiniz, insan denen varlık yalan söyler... Peki, sordunuz mu kendinize, neden acaba, insanlar yalan söyler?
Çevrenize bakacak olursanız, etrafınızda yalan söyleyen insanları göreceksiniz. 
Aslında, dikkatle kendinize bakacak olursanız, siz de yalan söyleyenler arasındasınız dır.

İnsanların bize doğru söylemesini beklemeyelim, çünkü insanlar kendilerine de yalan söylerler. 

Açıkcası, hepimiz zaman zaman kendimize yalan söyleriz.
Oysa kendimize güvenimiz olmalı ve birisinin bize söylediğine inanıp inanmama konusunda doğru kararlar vermeliyizdir. 


İnsanların ne zaman, ne söyledikleri ile bizleri etkilemediği noktaya gelebilirsek, yani söylenenleri kişisel olarak üstümüze almazsak, hiçbir şekilde söylenen ve sergilenen davranıştan rahatsız olmayız.

İnsanlar yalan söylerler, çünkü insanlar korkar. Korktukları şey karşılarındaki kişinin onları keşfetmesi ve mükemmel olmadıklarını anlamasıdır. 

Ancak unutmayın, insanlar yalan söyleseler bile, siz üstünüze almadığınız sürece bir problem yoktur. 

Hepimiz bir maske taşıyoruz da diyebiliriz. Bu maskenin tek sebebi kendimizle yüzleşme cesareti gösterememek ve aslında kendimizi çevremizden saklamaktır. Bir başka ifade ile olduğumuzdan farklı göstermektir...

Halbuki, biraz cesaret sahibi olup, kendimizle barışık ve kendimize güvenen bir kişi olsak, her şey çok daha basit ve kolay olacaktır.

Bunu yapabildiğimizde, kısa bir süre acı çeksek de, uzun vadede emin olun ki, huzur bulacak kişi biz oluruz.


İşte, bütün bunları küçük adımlar atarak hayata geçirebilirsek, aslında hayal dünyamızda yarattığımız peşin hükümlerden de kurtulmuş oluruz, tabii peşin hükümlerin bizlere taktığı prangalardan da...
Önümüzdeki geniş ufuklar ancak o zaman kendimizle barışık, huzurlu ve dingin bir yolculuk için sonuna kadar açılacaktır...

10 Aralık 2017 Pazar

BİLİNÇALTI TEMİZLİĞİ .....

Ruhsal dünyaya ilgi duyanların bildiği ve sıkça dile getirdiği bir kavram vardır.


"Karşımızdaki kişi aslında bizim kendi yansımamızdır.

Evet, sıkça kullanılan bir kavramdır, gördüğümüz şey aslında kendimizdir. Ancak, sıkça bunu dile getirsek de, ne olduğunu tam olarak bilmeyiz. 
Gelin birlikte bunun ne demek olduğunu "İlahi Düzen" kavramı çerçevesinde anlamaya çalışalım.

"Big Bang, Büyük Patlama" teorisini bilenler için "İlahi düzeni" anlamak ve açıklamak daha kolaydır. 
Kısa bir hatırlatma yapacak olursak; "Büyük Patlama" teorisi bize içinde bulunduğumuz alemin, patlamayı müteakip küçük enerji parçacıklarının evrene yayılması ile başladığını söylemekte ve yapılan bilimsel çalışmalar da artık bunu  kanıtlamaktadır.

Büyük Patlama'nın ardından 13 milyar yıldan fazla geçirdiği evrim çerçevesinde, 3 boyutlu fiziksel dünyanın  ve insanlığın bugün itibariyle geldiği nokta aşikardır.

"Hepimiz aynı enerjinin parçalarıyız" derken;
 "Aslında hepimizin özü aynıdır, hepimiz ortak bir veri tabanının bilgisini taşıyoruz" denmek istenmektedir.

İlahi düzende hatırlayacağınız gibi madde gelişim gösterirken, ruh da tekamül etmiştir. Yani, madde ruhun gelişmesi için bir araçtır.
Burada çok önemli bir noktayı göz önünde bulundurmak gerekir. Bu da, insan denen varlığın bu gelişim ve tekamülü gösterirken aynı özden hareket ettiğidir. 
Gelişim ve tekamül süresi boyunca ruhumuzda ve alt bilincimizde, var oluştan bugüne kadar gelen geçmiş bilgi taşınmaktadır.

Olaya bu noktadan bakacak olursak, bazı öğrendiğimiz şeylerin aslında gerçekten farklı olduğunu görürüz.
3 boyutlu dünyanın yaşam kuralları çerçevesinde, aslında bizi idare ve kontrol eden şeyin, doğumla birlikte gelişen bilincimiz olduğu zannedilmekle birlikte, esas kumanda merkezinin alt bilinç ve bilinç dışı olduğu apaçık ortadadır.

Yani, bizleri idare eden, yöneten, motive eden, kontrol eden şey geçmişten bugüne taşıdığımız mirastır. Tekrar etmek gerekirse, davranışlarımızı geçmişte insanlığın yaşadığı tüm olayların etkisi ve bu yaşamda öğrendiklerimizin çerçevesinde gerçekleştiririz.

Şimdi de, gelin konu başlığımız ile yakından ilgili tekamül konusunu hatırlayıp, süreci nasıl yaşadığımıza bakalım.

Yaşam senaryomuzu seçerken, geçmiş yaşamda deneyimleyip başarılı olmadığımız veya hiç deneyimlemediğimiz senaryoları seçip, o senaryoları oynamak için tekrar bedenleniyoruz.
Bu söylediklerim ruhun tekrar bedenlenme isteğindeki iki önemli amaçtır. Tekrar bedenlenme sürecini spatyom aleminde iken kararlaştırıp, ruhsal manada bizden daha üst seviyelerdeki görevli varlıkların da desteği ve yardımı ile yeni yaşam senaryosu haline getiriyoruz.

Ruhun tekamülündeki nihai amaç saflığa, tekliğe ve sonunda hiçliğe ulaşmak, daha da ötesi enerjiyi kontrol edebilir noktaya gelebilmek. 3 boyutlu dünya dışına çıkabilmemiz ve "Kamil İnsan" dediğimiz noktaya ulaşabilmek de aslında bu tarif ettiğim şeyden başka bir şey değildir.

İşte, konumuzun özünü oluşturan kritik nokta burasıdır.
Ruhun temizliği dediğimiz şey de ruhu tekamül ettirebilmek için gereken en önemli şeydir.

O zaman tekamülümüz için yapmamız gereken nedir?
Tekamül için yapacağımız şey, kısaca tüm kötü duygu ve düşünceden arınmak ve sonunda tekliğe ve hiçliğe ulaşabilmek.

Bizi buraya ulaştıracak kapının anahtarı "SEVGİ" kelimesinin içinde saklıdır.
Sevgi dediğimiz kavram, bütün kötü duygu ve düşüncelerden arınmakla yeşerir. Yani taşıdığınız tüm kötü duygulardan kurtulabilmek, içsel bir temizlik, derin bir temizlik yapabilmekle mümkündür.

Benim sıkça uyguladığım, inanılmaz derecede iyi netice aldığım basit ve kolay bir yöntemi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu yöntem Hawaili, Morrnah Nalamaku Simeona tarafından uygulanan ve insanlık alemine aktarılan "Ho o pono pono" yöntemidir.
Bu yöntemin temel felsefesi şudur.
İçsel ilahi güç ile ilişki kurabilmek ve akabinde bunu geliştirmek. Bu şekilde açılan algı kapısı sayesinde hareket, söz ve düşüncemizdeki hataları temizlemeyi istemek ve bunu öğrenmektir.

Karşınızdaki bir kişide eğer eleştirdiğiniz, tenkit ettiğiniz, beğenmediğiniz bir şey görüyorsanız, bu aslında size verilen bir işarettir, hatta bunun neden ve niçinini anlayabilen için bir lütuftur.

Bu olumsuzluğu gördüğünüz an aslında sizde de olan, bilinç altınızda taşıdığınız, belki de hiç farkına varmadığınız bir yükten, kurtulma şansına sahip oluyorsunuz.
Onun için bir "lütuf" diye dile getirdim.

Konuyu biraz daha açmak gerekirse;
Gözünüzün önüne bir "Server"  ana bilgisayar merkezi getirin. Bir ana bilgisayar ve buna bağlı milyarlarca başka, başka bilgisayarlar... Ancak, tüm bilgisayarlar neticede bir ana merkeze bağlı çalışıyorlar. 
Burada Ana bilgisayarı, yani server' ı bilinç altı olarak değerlendirebilirsek,  buna bağlı tüm bilgisayarlar da, biz insanların bilinç dünyaları diyebiliriz. 
Ana server'da insanlık tarihinin bugüne kadar taşıdığı tüm bilgi bulunmaktadır.

Nasıl ki, bir bilgisayarda virüs olabiliyorsa, bizim bilinç altımızda da binlerce virüs bulunmakta olup, ancak bunların tamamını temizleyebilirsek tekamülde yol alabiliriz.

Peki, bu virüslerin ne olduğunu tekrar etmek gerekirse; bunlar tüm kötü duygu, düşünce ve davranışlardır. 
Sevgi, tolerans, hoşgörü, empati ve anlayıştan uzak düşünceler, sorumsuzca yapılan tenkitler, şikayetlerdir.
Kısacası, bizleri sevgi ve huzurdan uzaklaştıran tüm kötülüklerdir.


Hatırlayın, yazının başında ne demiştik? " 
"Karşımızdaki kişi aslında bizim kendi yansımamızdır."

Evet, işte yukarıda anlattığım bilgisayar örneğinde olduğu gibi ortak bir veri tabanımız var. buna bağlı tüm bilgisayarların kullandığı bir veri tabanı.
Yaşam senaryomuzda gördüğümüz tüm aktörler ve sergilenen davranışlar aslında biz insanların bugüne taşıdığı ve halen tekamül safhasını gerçekleştiremediği, tedavi edilmesi ve iyileştirilmesi  gereken alanlardır.

Unutmayın, bunları tamamen çözmeden "Hiçliğe" ulaşmak mümkün değildir.

Bir başka şekilde dile getirirsek; aslında yüz yüze geldiğimiz, yaşadığımız olay, bizimde bilinç altımızda bulunan ve henüz temizlenmemiş bir alandır. 
Server'da ki çöptür, daha doğrusu virüslü bir dosyadır. Ancak, ondan kurtulabilirsek tekamül yolunda biraz daha mesafe kat etmiş oluruz.

Bundan kurtulmanın yolu da yukarıda bahsettiğim "Ho o pono pono" yöntemini uygulamaktır.

Bu yöntemin açılımı şudur;
Başkasında karşılaştığımız kötü duygu ve düşünce, tenkit ettiğimiz her ne ise aslında bizim bilinç altımızda, bizde olan bir duygudur. Sadece, o ana kadar karşılaşmamışızdır, ortaya çıkmamıştır.

Yapılacak olan şey çok basittir.
Sadece 4 kelime;
"Sorry", "Forgive me", "Thank you, "Love you"...

"Özür dilerim", Beni affet", "Teşekkür ederim", "Seni seviyorum"...

Tüm karşılaştığımız olumsuzluklarda, tek yapılacak şey bu 4 kavramı dile getirmektir. Tekrarlayabildiğiniz kadar tekrar edin. Önceleri belki anlam veremiyeceksiniz, ama siz yılmadan tekrar edin. Göreceksiniz ki, gözlerinizi yeni bir dünyaya, yeni bir farkındalığa açacaksınız. 
Sadece, bu 4 kavramı tekrar edin... neden söylediğinizi anlamaya ve kavramaya çalışın, içselleştirin.

"Özür dilerim", Beni affet", "Teşekkür ederim", "Seni seviyorum".

Bu yöntemi kullandığınızda inanamayacağınız kadar hızlı ve etkin yol alır, huzur bulursunuz.

Burada yapılan aslında bir bakıma insanın kendi kendisine terapi yapmasıdır. 
Kötülüklerle yüzleşmeyi öğrenmesi, af dilemeyi öğrenmesi, kötülükle yüzleştiği için ne kadar şanslı olduğunun farkına varması ve son olarak sevgiyi tüm hücrelerinde duymasıdır.
Tekamül için önünüzde bulunan tüm engellerden kurtulma, hiçliğe ulaşma yolunda, hızlı mesafe kat etmenin en kolay yoludur.

Özetleyecek olursak, "Sevgi" denen sihirli kelimenin gücünü öğrenmektir.

Bu da "Sevgi" nin, her an  düşüncenizde, dilinizde ve davranışınız da olmasıyla mümkün olacaktır.

Sevgiyle kalın......

2 Aralık 2017 Cumartesi

EN BÜYÜK HATAMIZ....

Yaşama adım attığımız günden itibaren sürekli olarak tıpkı bir paratoner gibi her türlü bilgiyi doğru, yanlış üstümüze çekeriz.

Bu bilgi aile, okul, kültür, din, coğrafya doğrultusunda dağarcığımıza tıpkı bir oya gibi işlenir. Yol boyu edinilen bilgi çerçevesinde şekillenen bilincimiz de, yaşam boyunca bu bilgiyi kullanır ve bizler bu şekilde bazı alışkanlıklar kazanmış oluruz..

Ancak, bu alışkanlıkların bir kısmı doğru dediğimiz bilgi ile oluşurken, bir kısmı da yanlış bilgi çerçevesinde oluşur. 
Yani, kararlarımızı verirken referans aldığımız bilgi her zaman doğru  temelli bilgi değildir ve doğal olarak kararlarımız da doğru bilgiye dayanmayabilir.

Belki bu vesile ile doğrunun subjektif olduğu, zaten mutlak doğru diye bir şey olmadığını ve doğru diye kabul edilen her bilginin eldeki verilere göre oluştuğunu, veriler değiştikçe doğru kavramının da değiştiğini söylemek gerekir.

Tabii ki, şunu da belirtmek gerekir ki; beşer olmanın ve ruhun tekamülü gerekliliği çerçevesinde, davranışlarımız sadece son yaşamımızda öğrendiklerimizle bağlantılı olmayıp, geçmiş yaşamdan taşıdığımız ve bilinç altımızda bulunan tüm bilgi de davranışlarımızı doğrudan etkilemektedir.

Bizler, alışılmış ve bilinen tarifi ile günlük hayatımızda, bütün bu davranışların toplamına kısaca karakter diyoruz. 
Çok doğal olarak, insanlar yaşam süresince aldıkları bilgi ve beraberinde varoluştan bu yana genlerinde taşıdıkları mirasla oluşan karakterleri ile farklı, farklı davranışlar sergilerler.

Fakat, nerede ise tüm insanlığın sergilediği çok önemli ortak ama oldukça yanlış bir düşünce ve davranış şekli vardır.

Peki, nedir bu ortak davranış şekli?
Bu, insanların acımasızca birbirini eleştirmesi, tenkit etmesi ve yorumlar yapmasıdır.

Bu bir insan olarak, günlük hayatta sürekli yaptığımız ama son derece hatalı bir davranıştır. İlahi düzen çerçevesinde ve ruhsal tekamülümüz için hiçbirimizin bir diğerini kınaması, tenkit etmesi ne hakkımız, ne de haddimizdir.

Olaya ruhani dünya penceresinden bakarsanız, belki izah etmek daha kolay olacaktır.
"Sıkça sorduğumuz ve cevabını aradığımız şey nedir?" 

Bir başka şekilde soracak olursak;
"Bu dünyaya, yani fiziksel dünyaya  neden geliyoruz?"

Sanırım, spritüel aleme ilgi duyan herkes bunun cevabını biliyor; aslında cevap çok basit; 
"Ruhumuzu tekamül ettirebilmek."

İşte, bu amaç için yaşam denen senaryoya ihtiyaç var. Aslında yaşam dediğiniz şey, içinde kendi kural ve kaideleri olan bir oyun alanı.
Bu oyun alanında beş duyu ve zaman gibi kavramlar var, dualite denen çok önemli bir denge sistemi var, enerji var, vicdan var, nefs var... Kısacası, yaşam dediğimiz şey bir çok kural ve kaidesi olan bir oyun alanıdır. 

Bu oyun alanına, bir başka şekilde ifade edecek olursak,  imtihan alanı da diyebiliriz. 
Bizler bu oyun alanında oynamak için önce gönüllü oluyor ve bunun için yaşam senaryomuzu hazırlıyoruz. Arkasından, bu senaryoyu en iyi şekilde oynayabilmek için doğumumuz ile fiziki aleme adım atıyoruz. 

Unutulmasın ki, yaşam senaryosu bizler tarafından hazırlanıp, bizler tarafından sahneye koyuluyor. 
(Bu konuyla ilgili olarak ruhun tekamülü konusunda bahsetmiştim)

Özetle söylemek gerekirse, herkes kendi seçtiği senaryoyu oynamak için bu dünyaya adım atıyor. Dolayısı ile hepimizin şu noktayı çok iyi anlaması ve kendine tekrar etmesi gerekiyor: 

"Benim senaryom hiç kimseyi ilgilendirmez, tıpkı başkasının senaryosunun da beni ilgilendirmediği gibi." 

Rol ne olursa olsun, rolü seçen, oynayan, neticesinde nasıl oynadığının hesabını verecek, muhasebesini yapacak olan bizzat kendimiziz. Bu konuda, "Ölüm Sonrası" ve "Spatyom Alemi" başlıklı yazılarımı okuyanlar, söylediklerimi daha iyi değerlendireceklerdir.

Madem senaryoyu ben yazıyor, rolü ben oynuyor ve neticesinde oynadığım oyunu ben değerlendiriyorsam; kim, hangi hak ve yetkiyle beni tenkit edebilir?

Maalesef, hepimizin yaptığı ve kendimizi alamadığımız en önemli yaşam hatalarından birisidir, başkalarını tenkit etmek, "doğru" veya "yanlış" diye yorumlamak...

Gelin daha basit, daha huzurlu bir yaşam sürmek için bundan kurtulmaya gayret edelim. 

Bunun için yapılması gereken çok basit. 
Öncelikle ilahi düzeni anlama gayretinde olalım. Yaşam dediğimiz şeyin bir nevi sihir olduğunu, sadece 3 boyutlu dünyadan ibaret olmadığını anlamaya çalışalım.
Gördüğümüz her şeyin, aslında bizim yansımamız olduğunu anlamaya çalışalım.
"Tevazu", "Tolerans" ve "Hoşgörü" kavramlarını hayatımıza adapte etmeye gayret edelim. 
Bilir misiniz ki, tüm ezoterik öğretilerin temelinde, tasavvufta, uzak doğu felsefesinde bu 3 ana kavram vardır. 

Tevazu sahibi olup, başkalarının manipülasyonuna gelmemeye bakın. Hatırlatmakta fayda var, manipülasyon sadece kötü sözle değil, iyi sözle de yapılabilir. Yani başkalarının ne söylediğini üstünüze almayın, kimsenin oyun alanınıza girmesine müsaade etmeyin. (Hatırlarsanız bir önceki yazımda bu konuya değinmiştim.) 
Sonra, fiziki alem şartlarında karşılaştığınız ve yaşadığınız şeyleri tolere edin. Son olarak bütün bunları iç dünyanızda, ruhsal dünyanızda gönül gözü ile görmeye gayret edin, yani hoş görmeyi öğrenin.

Bilir misiniz, biz insanlar hep kolaya kodlanmışızdır. 
Bu da yaşam denen oyun dünyasının bir başka kuralıdır. İnsan olarak doğamız gereği bize kolay gelene meyil ederiz.
"Başkasını tenkit et, yükü üstünden at." 

Peki, bu yapılan adaletli bir şey midir? Tabii ki, hayır.
Hiç kendimize bakmaz, kendimizle yüzleşmeyiz.

Çünkü kendimizle yüzleşmek zor, kaçmak ise en kolay olanıdır...

25 Kasım 2017 Cumartesi

KONTROL KİMDE? 

Bilir misiniz ki, tüm yaşamımız başkalarının kontrolündedir ve çoğunlukla onların istediği gibi bir hayat süreriz.

Herkes yaşamını kendi istediği gibi yönettiği konusunda son derece emindir. Fakat gelin görün ki, gerçek hayatta hiç de böyle değildir. Sadece biz öyle olduğunu varsayarak kendimizi aldatırız. 


Aslında bizi idare eden, yönlendiren, kararlarımızı etkileyen her şey, bize dışarıdan aktarılan verilerin neticesidir. Hepimiz farkında olmadan bu döngünün içindeyizdir, kısacası sürekli başkaları bizi manipüle eder ve yönetir.

Burada bir konuyu belirtmemiz gerekir. 
Bahsettiğim tamamen fiziki dünya şartlarında diğer insanların bizim üstümüzde sağladığı etkidir. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim görevli varlıkların ruhsal dünyamız üzerindeki etkileri, yönlendirme ve kontrolleri tamamen bunun dışındadır.

Peki, fiziki dünyamızda yaşadığımız bütün bu etkileşimlerin sebebi nedir?
Öncelikle en önemli sebep, doğduğumuz andan itibaren, bize öğretilen kurallar dizisi ve bunların üstümüzde oluşturduğu çevre ve sosyal baskı. Yani, bizim dışımızdakilerin oluşturduğu doğrular ve yanlışlar ki, ancak çok azımız bunu sorgulayabilmekteyiz.

Diğer bir sebep, kendimizi başkalarının bizi görmek istedikleri kalıba koymamızdır. Çoğunlukla yaptığımız bir şeydir bu.... Başkalarının bizim için ne düşündüğünden yola çıkarak, aslında onların istediği gibi davranırız.

Tüm insanların kendi dünyası ve yaşadığı bir senaryo, birbirinden farklı bir rüya alemi vardır. Bütün bunlar birbirinden bağımsızdır. Ne zaman ki, birisi bizim hakkımızda bir şey söyler, yorum yapar ve bizde bunu üstümüze alırsak, bunu sahiplenmiş ve kabul etmiş oluruz. 
Bir başka şekilde ifade edecek olursak, manipülasyon sürecini de başlatmış oluruz.

Şöyle düşünelim, birisi sizin için iyi veya kötü bir şey söyleyebilir, sizi övebilir veya yerebilir. Bütün bunlar aslında bizim yaşam senaryomuza müdahaleden öte bir şey değildir. 
Böyle bir durumda bunu kabullenmek, yani söylenen sözü üstüne almak, o kişinin sizin yaşam alanınıza girmesi ve sizin de o insanın dünyanızda ne olup bittiğini anladığını düşündüğünüzü varsaymaktır. İşte bu da, tüm yükü üstüne almaktan öte bir şey değildir ve sizin için olumsuz olan süreci başlatırsınız.

Çünkü, size söylenen şeyi üstünüze almanız demek, bu kişinin çekim alanına girmeniz demektir. Hele ki, karşınızdaki kişi manipüle etmeyi bir yaşam pratiği haline getirmiş ve bilinçli yapan birisi ise, gerçekten sizi kukla gibi oynatabilir. 
Bu kişi artık sizin zayıf alanınızı bulmuştur ve bu alanı kendi menfaati için sonuna kadar kullanma imkanını karşınızdaki kişiye vermişsinizdir. Bu kişinin mutlaka bir yabancı olmasını beklemeyin. Bu bazen ve çoğunlukla bir yakınınız, arkadaş diye tanımladığınız bir kişi, kısacası, çevrenizde olan birileridir.

Önemli olan başkalarının sizin için ne düşündüğü değildir. Önemli olan siz ne istiyor, ne düşünüyorsunuz? Sorun kendinize, ben kimim diye? Bunun cevabını bulun ve kendinizi keşfetmeye çalışın. Başkalarının sizin için söylediği eksik veya fazla meziyetlerinizi değil de, sizin kendinizde ne gördüğünüze bakın.
Daha da önemlisi, kendinizi tanımak için ne yaptığınıza, nasıl bir çaba harcadığınıza bakın.

Yaşamında başkalarına kontrol alanı açan insanlar genellikle kendisini suçlayan, yetersiz gören insanlardır. 
Özellikle bazı insanlar içlerinde olan sevgi eksikliğinden, özellikle çocuklukta ve gençlikte alamadıkları sevgiden dolayı hep bir eksiklik duyar ve bunu telafi edebilmek için herkesle iyi olmak isterler. Aslında onları buna teşvik eden şey, aradıkları ve duydukları yoğun sevilme ihtiyacıdır.

İşte, özellikle bu ihtiyacı duyan insanlar manipülasyona en açık insanlardir. Unutmayın, karşınızdaki ne söyler ve ne düşünürse düşünsün, söylenenleri akıllıca tartıp size karşıdan gönderilen verileri ayıklayarak sizi olumsuz etkileyecek olanları bünyenize almamak kendinizi korumanın en etkin yoludur.

Karşılaştığınız olumlu, olumsuz verilerde kendinize telkin edin, "Kim benim için ne düşünür, ne söylerse söylesin, bu benim sorunum değil" "Kim ne düşünüp söylüyorsa onun sorunu, çünkü bütün bu söylemlerinin arkasında kendi düşünce ve görüşleri var, kendi inanç dünyasına göre görüp değerlendirdikleri, aslında kendi sorunları" deyip geçmek lazım. 
Çünkü, unutmamak lazım ki, bu onların dünyayı görüş ve algılama şeklinden öte bir şey değildir ve bu görüşlerin sizin görüşlerinizle aynı olması da gerekmemektedir.

Sıkça dile getirdiğim bir şey var; "Ruhsal dünyanızda huzurlu ve mutlu olmak istiyorsanız başkalarını tenkit etmeyeceksiniz" Zira, başkalarının yaşam senaryolarına müdahil olma gibi bir yetkimiz ve vazifemiz yok. 
Tüm yaşayıp, görüp canlandırdığımız her şey tamamen bizim algımız. Tüm yaşadıklarımız bizim için, başkaları için değil. Bu başkalarının hayatı için de aynıdır. Yaşadıklarımız ve gelecekte yaşayacaklarımızın tamamı bizim tekamülümüz içindir.

Unutmayın, hepimiz kendi senaryomuzun baş aktörüyüz, konuya böyle yaklaştığınızda sizin dışınızda gördüğünüz her şey sizin için ikinci, üçüncü derecede önemli şeyler. Öncelik kendimiz, tekamül ettireceğimiz bizim ruhumuz, başkalarının ruhunu tekamül ettirmek gibi bir görevimiz yok ve bu bizim üstümüze vazife değil.

Sürekli aklımızda tutmamız, hatırlamamız gereken şey herkesin kendine ait bir senaryosu olduğu ve yaşamak zorunda olduğu senaryonun da bu olduğu. Bu tamamen sizin gördüğünüz, sizin pencerenizden görünen, size özel bir şeydir.

Eğer, birisine kızıyorsanız aslında kızdığınız kişi sizsiniz. Sizi bu yöne sevk eden korkularınız, kıskançlık, hırs, intikam ve benzer bir çok kötü duygudur. Peki, bütün bunların panzehiri nedir derseniz?

Bütün bu kötü duygulardan uzak durmak, kendinle barışık olmak.
İşte budur, sizi mutlu edecek şey. 
Tek kelime ile "Sevgi" dir, sizi bütün bu kötü düşünce ve davranıştan uzak tutacak.

Önce kendinizi sevmeyi öğrenin ama sakın ola ki abartıp sonunda bir narsist olmayın. Unutmayın ki , dualite dediğimiz sistem tam da bunun için vardır, yaşamda her şeyi dengeli yaparsanız tekamüle erişebilirsiniz.

Size söylenenleri kişiselleştirmeyin, böyle yaparak sadece kendinize eziyet çektirirsiniz. Ancak, bundan kurtulmanız demek, size acı veren bir çok duygu ve düşünceden kurtulmak demektir.

Komik duruma düşmek veya reddedilmekten korkmayın,
ihtiyacınız olanı isteyin, söyleyin...

"Evet" veya "Hayır" ne söylemek gerekiyorsa onu söyleyin.. Sadece kendinize güvenin ve söylediklerinizden suçluluk duymayın.... 

Ruhunuzu, içten gelen sesi dinleyin... Unutmayın ki, sizin bu aleme gelmeniz o iç ses sayesinde oldu, aslında burası onun, yani ruhunuzun oyun alanı, onun için onu takip edin... 

Belki aldığınız kararlar size zor şartlar yaşatacaktır ama duyduğunuz iç huzuru bütün zorlukları bertaraf edecektir.

Kısacası yaşam denen yolculukta, çok geç kalmadan yönetimi ele alın…….  Ufkunuz geniş, yolunuz açık olsun……

18 Kasım 2017 Cumartesi

YAŞAM VE SÖZÜN GÜCÜ .....

Bilir misiniz ki, biz insanlar doğduğumuz andan itibaren bir hayal dünyasındayız. Gecesiyle, gündüzüyle tüm yaşamımız aslında bir hayal dünyasıdır.

Gelin şimdi birlikte bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışalım.
Şöyle bir sorun kendinize;
Bu dünyanın kurallarını kim koydu?
Biz nasıl bir dünyaya geliyoruz?

Dünyaya gözümüzü açtığımızda, kuralları bizlerden nesiller önce konulmuş bir aleme adım atıyoruz. Tüm kuralları, doğruları, yanlışları bizim dışımızda belirlenmiş bir hayal dünyası.

Farklı diller, dinler, coğrafyalar, kültürler, öğretiler.... kısacası, farkında olduğumuz veya varamadığımız binlerce hatta milyonlarca farklılıktan bir araya gelen bir hayal dünyasındayız.

Bir başka şekilde söylemek gerekirse, zaten bizden önce tasarlanmış bir sahne dekoru var ve gözümüzü bu dekorun içinde açıyoruz. Şöyle bir düşünün; sizin hiçbir katkınızın olmadığı bir yaşam sahnesi.

İlk doğduğumuz günden itibaren; içinde bulunduğunuz coğrafya, dil, din, annemiz, babamız, büyükler, yakın aile fertleri, sokak, mahalle, okul, kısacası bir çok aktör ve dinamik bu sahne dekorunun bütün diğer detaylarını oluşturuyor ve şekillendiriyor. Daha da ötesi, tamamı bizim dışımızda şekillendirilmiş bir alemin içine giriyoruz.

Yaşamımız boyunca da bundan farklı olmayan bir süreci yaşarız. Aslında bir dayatmadır yapılanlar, hiçbiri bize ait olmayan kurallar silsilesidir..

Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna siz karar vermezsiniz, size öğretilir bütün bunlar. Biz daha ne olduğunun farkına varana kadar, bizim irademiz dışında birileri bizim sınırlarımızı belirlemiştir.

Bilir misiniz ki, aslında yaşam dediğiniz şey;
"Ölülerin koyduğu kurallarla oynanan bir oyun, bir hayal dünyasının sahnelendiği perdedir."
Hayal dünyamız sürekli canlıdır. Biliyoruz ki, uyanıkken veya uyurken hiçbir fark yoktur, hayal görmeye devam ederiz. İkisi arasında sadece ince bir çizgi vardır. Uyanıkken gördüğümüz şeyler tamamen fiziksel tabandadır ve 3 boyuta hapsedilmiştir. Sanki çerçeve içine alınmış bir resim gibidir, bir kafes içine hapsedilmekle aynı şeydir, hissedilen ve görülen...
Ancak, uykuda yaşadıklarımız ise tamamen farklıdır. Orada yaşadıklarımızın bir çerçevesi yoktur... sınırlar ve duvarlar yoktur o dünyada... Adeta boyutlar arası dolaşmaktır, yaşadıklarımız. Daha önce Lüsid rüyalar bahsinde anlattığım gibi, uyku sırasında ruh bedenden tam olarak ayrılmasa da, nispeten esaretten kurtulmuştur.

Sanki hücre hapsindeki birisinin hücre dışına, hapishane havalandırmasına çıkması gibidir. Bu süreçte de farkında olmadan bir takım bilgi de aslında bize yüklenir, ancak bunun farkına varamayız.

Kontrol edebilenler için uyku sürecinde sınırsız mesaj, bilgi ve imkan vardır. Onlar ki, 3 boyutlu dünyada iken, diğer alemlerin farkına varan ve anlayabilen, diğer alemlerin kapısını aralıyabilmiş şanslı kişilerdir.

Şimdi isterseniz konuyu biraz daha derinlemesine inceleyelim.

Doğduğumuz andan itibaren bize bilgi nasıl aktarılıyor?
Bize aktarılan bilgi konuşularak, ses yoluyla iletişim kurularak aktarılıyor. Büyüklerimizden önce konuşmayı, dilimizi öğreniyoruz ve konuşmayı öğrendikten sonra da beynimize bilgi aktarılmaya başlıyor. Sözle, bir nakış işler gibi beynimize benliğimize kayıt ediliyor doğru-yanlış tüm bilgi....

Peki, bu iletişim sonunda biz ne yapıyoruz? Bize sözlü olarak aktarılan bilginin doğru veya yanlış olduğunu irdelemeden doğrudan kabulleniyor ve dağarcığımıza kaydediyoruz.

Şöyle düşünün; ne ismimizi, ne dinimizi ne de dilimizi biz seçmedik.

(Tabii ki, burada bir açıklama yapmak gerekir. Bu dünyaya gelmeden önce yaptığımız yaşam senaryosu kontratı bununla yakın alakalıdır. Ama şunu unutmamak gerekir ki, bu kontrattan doğduğumuzda haberimizin olmadığı da aşikar ve bu geçmiş yaşamımızla ilgili. Şimdi içinde bulunduğumuz tamamen yeni, hazırlıksız bir oyun alanı )

Dolayısı ile çocukken bizim tek yaptığımız bize aktarılanların şartsız kabulü ve bunun neticesinde doğru veya yanlış tartışılan bir çok şeyin etrafımıza ördüğü kalın ve yüksek duvarlar.

Bu duvarlar içinde yarattığınız şey, tamamen artık sizin bir inanç sisteminiz olmuştur.

Belki zaman zaman kabul etmediğimiz öğretiler de oluyordur ama geçmişten gelen ve dağarcığımıza yüklenen anlam o kadar yüksek ve güçlüdür ki, bunun karşısında durmamız mümkün değildir.

(Bunu çok az da olsa becerebilenler vardır ama toplum baskısı o kadar güçlüdür ki, onları hemen dışlar ve oyunun dışına atar.)
Bütün bu yüklemelerin neticesinde toplumun bir parçası haline geliriz, başkalarının sözleri ve bizim o sözleri kabul etmemizle şekillendirilen bir birey olup çıkarız.

Özetlemek gerekirse, sözlerin dünyasında çocuklar evrilip yetişkin bireyler haline gelir. Geçen zaman bizlere birçok şey öğretir. Değerlendirme kavramı gelişir ve bu sayede doğru, yanlış, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi yorum ve kararlara varılır.

Peki, ama "neye göre" derseniz? 
Cevap çok açık, bize sorgulamadan yüklenen bilgi ve şartlandırmalara göre.

Bütün bu süreçte bizi yönlendiren iki çok önemli şey vardır; 
"Ceza" ve "Ödül".

Çocukluğunuzu düşünün; hepimizin bilinç altına; 
şunu yaparsan "Ceza", bunu yaparsan "Ödül" diye format atılmıştır. İşte, bu iki kavram yaşamımızı şekillendirir ve bizi kontrolümüz dışında bir forma sokar.

Ancak, yetişkin olduğumuzda durum biraz değişmiştir. Artık bazı kararları değerlendirir olmuş, söylenen her şeyi kabul etmeyip kendi yorumlarımızı katmaya başlamışızdır. Tamamen bir farkındalık dönemidir yaşadığımız. 
Fakat öğrendiğimiz ve bize yüklenmiş inançları değiştirmek hiç de kolay bir şey değildir. Bir meydan okumadır, bunu yapabilmek. 

Çünkü bunun altında yatan en büyük engel onları zamanında bir "mutlak doğru" gibi kabul etmiş olmamızdır. Bilincimiz bunu o kadar kuvvetli kayıt etmiştir ki, değiştirmesi de bir o kadar zordur.

Bu inançların, kuralların ve kabullerin doğru olmadığının farkına varsak bile, dışına çıktığımızda kendimizi çok kötü hissederiz.

Bunun sebebi aslında çok basittir... Geçmişte bize yüklenen bilgi, o kadar kuvvetle kabul edilmiş ve inanç haline gelmiştir ki, onun dışında her düşünce, davranış ve hareketimizde kendimizi suçlu hissederiz. Bir iç muhasebe yaparız bütün bu süreçte, bu bir iç hesaplaşmadır aslında.

Kendi yaşamınızdan şöyle düşünün; bugün üzülmediğiniz ama geçmişte aynı şeyleri yapıp da üzüldüğünüz onlarca olay olmuştur. O üzüntüyü aşmak hiç de kolay olmamıştır.

Hele ki, bazıları bunu onlarca kez tekrar edip, aynı üzüntüyü defalarca yaşamışlardır. Aslında, burada alınacak çok ders vardır.

Yaşam sizi ikaz ediyor, artık "farkına var" diyor. 
"Aynı acıları yaşayacağın şeyleri tekrardan vazgeç", "Buradan alınması gereken dersi çıkar ve yoluna devam et.", yine yaşam devamla diyor ki; "Öyle veya böyle yaptığın veya düşündüğün şey doğru değil ama sen ısrarla yapıyorsun."

Peki, neden? Cevap çok açık.....eski kabullenmeler, eski öğretilenler...
Doğduğumuz andan itibaren beynimize doldurulan doğru yanlış bir çok bilgi ve öğreti. Bir çoğu yaşam boyu bize yaşam yolumuzda engel olmaktan öte bir rolü olmayan çakıl taşları.

Bunu bir örnekle anlatmaya çalışacağım;
Bir bilgisayar düşünün, yeni alınmış bir bilgisayar.
Aldığınız günden itibaren bu bilgisayara gerekli ve gereksiz bir çok program yüklersiniz. Bunların bir çoğunu yaşam boyu bile kullanmazsınız. Ama, zamanla çok önemli bir şey olur. O da bilgisayarınız yavaşlar ve eskisi gibi çalışmamaya başlar. 
Sebep nedir derseniz? Bir bakış açısıyla çöp diye tarif edebileceğimiz, bize hiçbir faydası olmayan programlar.

İşte, bizim dağarcığımızda ki, bilgi ve öğretilenler de böyledir. Bazıları yaşam yolumuzda yol gösterir ışık tutar, bazıları ise hiç kullanılmaz, sadece yer kaplar, çalışmayı yavaşlatır, önünüze çıkıp zaman kaybına sebep olur.

Peki bütün bunlardan nasıl bir netice çıkaracağız derseniz?
Yukarıda bahsettiğim gibi doğduğumuz günden itibaren bizleri şekillendiren, belli kalıp ve formlara sokan nedir? Konuşma yoluyla bize söylenen ve aktarılanlar...

Onun için, kelimelerin ve konuşmanın gücünü sakın yabana atmayın. Onlar yaşamımızı formatlayan çok önemli şeylerdir.

Özellikle çocuklarla doğdukları andan itibaren konuşurken çok dikkat edin. Unutmayın ki, yaşam boyu etki altında kalacakları davranışları, formları onlara konuşarak veriyorsunuz. Konuşurken aslında karşınızdaki kişiye bir enerji transferi yapıyorsunuz.

Sözlerinizde kusursuz olun, kelimeleri dikkatli seçin...
Bazı insanlar kelimelere anlam yükleyemedikleri ve kendilerini ifade edemediklerinde bağırarak konuşmaya başlar ki, bu tamamen bir çaresizlik halidir. 

Konuşurken bağırarak değil ama anlaşılır ve mana yükleyerek konuşmaya gayret edin.

Bu yaşamda iletişim kurduğumuz en bilinen araç konuşma ve bu yüzden konuşurken karşı tarafa yükleyeceğiniz iyi veya kötü enerjiye dikkat edin.

Sözün gücünü hiçbir zaman unutmayın...

Sözcükler sadece bir ses ya da yazılı bir sembol değildir. Sözcük yaşamdaki en önemli güçlerden biridir; kendini ifade etmek ve iletişim kurmak, düşünmek ve böylece hayatınızdaki olayları yaratmak zorunda olduğunuz güçtür.

Sözcük, insan olarak sahip olduğunuz sihirli bir araçdır. Ancak, çok önemli bir şeyi de unutmayın... iki kenarı keskin bir kılıçtır söz... sözünüz ile en güzel rüyayı oluşturabildiğiniz gibi, sözünüz ile çevrenizdeki her şeyi yok edebilirsiniz.
Bir kenarı, yaşayan bir cehennemi yaratan kelimenin kötüye kullanımı iken, diğer kenarı dünyadaki güzelliği, sevgiyi ve cenneti yaratacak olan kusursuzluğudur....

Nasıl kullanıldığına bağlı olarak, söz sizi özgür bırakabilir, ya da bildiğinizden daha fazla kalın duvarlar örer etrafınıza.

Sahip olduğunuz sihirli güçtür söz, yeter ki kullanmasını bilin.........

Yunus ne güzel demiş;
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kese başı...
Söz ola ağulu aşı, 
Bal ile yağ ede söz......

11 Kasım 2017 Cumartesi

YAŞAMA DAİR İP UÇLARI....

Yaşam dediğimiz şey hepimizce malum; karmaşık, inişli çıkışlı, dolambaçlı, engelli bir yol...


Spritüel alem penceresinden bakacak olursak, hepimiz yaşama kendimiz seçerek ve isteyerek geliyoruz. Bu dünya alemi bizler için bir oyun, bir uygulama, hatta bir imtihan ve test alanı.

Peki, "Bütün bunlar neden?"
Eğer, ruhsal alem yolunda belli bir merakınız var ve bu konuda araştırma yapıyor, sorular soruyorsanız; evreni, varoluşu ve ilahi düzeni anlamaya başladınız demektir. 

Bulacağınız tüm cevaplar, bu dünyada bulunmamız ve yaşadıklarımızın tek sebebinin ruhun tekamülü için olduğunu gösterecek.

İşte bunu bilenler için, tıpkı bir oyun olan yaşamımızın kontrolü de ellerimizde demektir. Tabii ki; şunu da belirtmek gerekir ki, bazen çok kolay gözüken şeyler, aslında çok zor da olabilir. 


Evet, bir senaryonuz var, bir yaşam planının parçası olarak bu dünyaya geldiniz fakat bunun bir takım kurallar çerçevesinde yapılması gerektiğini de unutmamak gerekir.
Belki şöyle de ifade edebiliriz;
Eğer yaşam, dünya dediğimiz oyun alanında sergilenen bir oyun ise, bu oyunun da bir takım kuralları olmalı. Ancak, burada sadece oyun değil, oyunu iyi oynamanın kurallarından bahsediyorum.
Çünkü, bazılarımız için oyunu oynarken duyulan ızdırap ve acı çok olmakla birlikte, bazıları için hiç de öyle olmuyor. Yaşam kimisine zor iken, diğerine daha kolay olabiliyor.

Peki, bunun iki zıt kutupta olmasının sebepleri nedir, neden bu kadar karışık ve içinden çıkılmaz bir haldir, yaşam dediğimiz bu düzen? 

Daha da açıkçası, bu karmaşık yaşamı daha basit hale getiren, daha mutlu olmamızı sağlayacak kolay bir yol yok mudur? 

Elbette bunun bir takım kolay yolları, yaşama dair şifreleri var.
İş tarife gelince, hepimiz bunun bir çok yolunu biliyoruz, hatta her gün bir birimize tavsiyelerde bulunup, akıl veriyoruz bu konularda... Şöyle yap, böyle yap veya yapma gibi...

Ancak, gelin görün ki, bütün bunları birilerine anlatmak veya birilerinden bunları dinleyerek bir yere varmak mümkün değil. Önemli olan bunları uygulayabilmek, hayata yansıtmak, gerçekleştirebilmek. 


Gelin aslında hepimizin çok iyi bildiği ama çok azımızın hayata geçirip, uygulayabildiği bazı kavramlara göz atalım.


Mesela, "Şikayet etmek"gibi...
Hiç denediniz mi, şikayet etmeden bir gün geçirmeyi?
"24 saat şikayet etmeden bir günü geçirmeye gayret edin ve hayatınızın geri kalanının nasıl değişeceğini görün"
Bakın, sadece 24 saat deneyip yaşamınızın nasıl şekilleneceğini, önünüzdeki bazı engellerin nasıl kalkacağını görün. 

Onun için gelin önce "şikayet etmek" kavramını hayatımızdan çıkarmaya çalışalım. 
Yaşam senaryomuz bize ilahi düzen tarafından şikayet edelim diye kurgulanmış veya verilmiş bir oyun planı değil. Bu kurgunun tek bir sebebi var, kendimizi tekamül ettirebilmek.
Bizim o oyunu en iyi şekilde oynayıp, imtihanı en iyi şekilde başarıp geçmemiz için kurgulanmış bir senaryo.

Bir başka önemli konu sempatiye dönüşmeden empati yapabilmek ve bakış açısını değiştirmek. Ancak, burada küçük bir ayrıntıyı unutmayın. Empati sempatiyi doğurur ve çok ileri giderseniz, empati yaptığınız kişi ve olayın parçası haline gelirsiniz.
Yani bıçak sırtı bir denge vardır ve tüm yaşamda sağlamaya çalıştığımız gibi denge burada da vazgeçilmez bir kuraldır.

Belki hatırlatmak gerekir; 3 boyutlu dünya dediğimiz içinde yaşadığımız evrende dualite ana yaşam kuralı ve bu kuralla varılmak istenen nihai hedefte dengeye varabilmek. Tüm öğretinin ve tekamülün en önemli noktasının, uçlardan dengeye gelebilmek olduğunu unutmamak gerekir. 

Bütün bu söylenenleri hayata geçirebilmek için, yapılan her şeyi yaratanın bizlere en büyük hediyesi olan akıl süzgecinden geçirmek olmazsa olmazlardandır. İyi bir akıl süzgeci demek tüm kirli bilgi, kötü duygu ve düşüncenin filtresi demek. Bu süzgeci iyi çalıştıranlar için atılan her adımda dengeyi yakalamak çok kolay olacaktır.

Tevazu denen şeyi yol arkadaşınız ve yaşam doktrini yapın.
Özellikle tevazu işin can alıcı noktasıdır. 
Kendinizi zorla anlatmak gibi bir gayrete girmeyin, kimin sizi nasıl anladığı önemli değil. Unutmayın çevreniz bir sahne dekoru, tüm oyunu kendiniz için oynuyorsunuz. Bu dünyaya neden geldiğinizi anlamaya çalışın ve aktris, senarist, yapımcı, kısacası hepsinin siz olduğunuzu unutmayın. 
Kimseye bir şeyi ispat etmek gibi bir zorunluluğunuz yok. Yaptıklarınızdan tekamül yolunda siz ne kadar mesafe kat ediyorsunuz, sadece ona odaklanın...

Nefs ve vicdan terazisini iyi çalıştırıp iradeye hakim olmak yanında, çevreyle barışık ve uyumlu olmak da bir başka yaşam doktrini olmalı. 

Dualite kavramında bizi dengeye getiren en önemli iki şeyin nefs ve vicdan olduğunu unutmayın. Bu iki çok önemli kavram yolda giderken karşılaştığımız sürat ikaz levhaları gibidir. Adeta süratle giden bir arabanın kazayı önleyen frenleridir.

Tekrar etmek gerekirse; yaşamda en önemli şeyin kendiniz olduğunuzu hep aklınızda bulundurun. Sizin dışınızda her şey bir sahne dekoru. Yaşam dediğimiz şey bir ilüzyon, bir sihir, aldatmacadan öte bir şey değil....
Bu ilüzyon içinde büyük oyunun gereği, biz insan denen varlığa bahşedilen konuşma yeteneğini göz ardı etmeyin. Mutlaka okuyun ve belagat denen yeteneği geliştirmek için gayret sarf edin. Belagat ve kendini ifade etmek yaşam sanatında en önemli enstrümanlarınız olacak, unutmayın....
Gelecek haftaki yazımda kelimelerin gücünün bizi nerelere götürebileceğini sizlerle paylaşacağım. 


Yaşam senaryonuzda en büyük yatırımın da kendiniz olduğunuzu unutmayın ve bunun için her fırsatta okuyun, sizi düşündürecek, düşünceye sevk edecek konulara odaklanın. Bu sayede felsefenin kapılarını aralayacaksınız. 
Şunu unutmayın ki, felsefenin kapısını aralamadan ilahi düzeni kavramak ve anlamak mümkün değildir. Çünkü, felsefe insanı ruhsal aleme yaklaştırır, gönül gözünün açılmasına yardım eder. Sürekli niye bu dünyada olduğunuzu sorgulayıp, ruhsal farkındalık ve temiz bir ruh için çaba sarf edin. 
Bu dünyadan diğer alemlere götüreceğiniz tek şey, tek sermayeniz sağlayabildiğiniz tekamül olacaktır.

Yaşam senaryonuzda rolünüzü oynarken cesaretli olun, kararsız davranmayın. Kararsızlık ve cesaretsizliğin ilerlemedeki en büyük engeller olduğunu unutmayın..

Yeteneğinizi keşfedip, sevebileceğiniz ve en iyi yapabileceğiniz işleri yapmaya odaklanın.

Bilgi çağındayız, kendinizi sürekli güncelleyin ve işi bir bileninden öğrenmeyi yaşam doktrini haline getirin.

Yaşam çok karmaşık gelebilir, bizim tek yapmamız gereken onu anlayabilmek ve sorun yumağı haline getirmek yerine çözüm yumağı yapabilmektir. Yani sorunun parçası değil, çözümün parçası olun...

Gelişmek istiyorsanız ifrata kaçmadan, felaket senaryoları üretmeden yaşamaya çalışın. Unutmayın düşündüğünüz her kötü düşünce ve fikir size yaşam yolunda bir engel olacaktır. Neden yolunuza engeller koyup, işinizi zorlaştırıyorsunuz? Bunun kendinize yaptığınız en büyük kötülük olduğunu unutmayın.

Konuşurken dikkat edin, ne zamanı, ne de söylenen sözü geri alamazsınız. Gerekli olduğunda susmak en büyük servettir.
Hani derler ya "Söz bilirsen söyle ilham alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar." Onun için, dinleyin, anlayın, anlamaya çalışın ve konuştuğunuzda söylediklerinizin bir değeri olsun...

Yaşama ve kişilere gülümseyerek bakın, açmayacağı kapı yoktur.

Yaşam boyu şu iki şeyin peşinden hep koşun: 

"Bilgi ve sevgi"... Bu iki şey sizi mutluluk ve huzur alemine taşıyacaktır.

5 Kasım 2017 Pazar

FARKINDA MISIN?

"Farkındalık" ve "Farkında olmak" nedir?
Günlük yaşamımızda sıkça kullanırız bu iki kavramı. Peki, bu iki kavramın fiziksel ve ruhsal dünyamızdaki yeri nedir?


"Görmek" ve "Bakmak" kavramlarında olduğu gibi, herkes aynı şeye bakar ama herkesin gördüğü farklıdır. 

İşte, "Farkındalık" ve "Farkında olmak" da aynen böyle bir şeydir.

Farkında olmak daha ziyade fiziki alemde olan bitenin, yaşananın gözlemlenmesidir. Üç boyutlu dünyamızda (Aslında zamanla birlikte dört boyutlu), fiziki alemde yapılan gözlemleyip, olanları anlamaktır.


Ancak, "Farkındalık"dan bahsedecek olursak, bu çok daha başka anlamlar taşır. 


Bugün, fiziki alemle ilgili "Farkında olmak" kavramı yerine, doğrudan spritüel alemle ilgili olan "Farkındalık" kavramını ve anlamını paylaşmaya çalışacağım.


Farkındalık, çok farklı tarifleri olmakla birlikte eğer kısaca ifade edecek olursak; insan denen varlığın “An itibariyle ne yaşıyorum?” sorusuna cevap bulmak için duygu, düşünce ve bedenini gözlemleme halidir. An'ı yaşamaktan başka bir şey değildir.
Bu duygu kendini tanıma, olan bitenin farkına varma, evreni algılama halidir. 


Bir başka ifade ile ruhsal alemin kapısını aralamak demektir.
Zaman hepimizin önünde akar gider, durmaksızın akar ama bazılarımız için farklıdır yaşanan ve hissedilen. Bu farklılığı hissedebilenler için, ilahi düzenin ve diğer alemlerde olup bitenin farkındalığı başlamıştır.

Farkındalık, fiziki dünyanın dışında, bir içe dönme halidir. Yaşananları irdeleme, anlama gayretine girmek, bir arayış halidir.

Farkındalık, yaşadığımız an'a odaklanmak ve an'ı yaşamakla başlayan bir olgudur. Bir bilinçlenme hali, başka boyutlara hazırlık halidir. 
Yaşadığımız an itibariyle ne hissettiğimize, düşündüğümüze, gördüğümüze ve bedenimizde neler hissettiğimize odaklanmaktır.

Farkındalık aslında, varlığın kendisini tanımaya odaklanması, ya da yüzleşmesi de diyebiliriz. Düşünce dünyamızda duygularımızı anlamak, irdelemek onlara karşı refleks geliştirmektir. 
Aslında insanın geliştirip kazanabileceği bir beceridir. Hepimizin alt yapısında bulunan ama sadece bazılarının bu kapıyı aralayıp gördüğü, hissettiği bir haldir. 
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, algıların ve gönül gözünün açılmasıdır.

Yaşadığımız dünyada hepimiz çok büyük bir hata yaparız. Sürekli geçmişle ve gelecekle yaşamaktır, yapılan bu büyük  hata.
Aslında, en basit haliyle yapılması gereken an'ı yaşamak, onun keyfini çıkarmaya çalışmak, onu görebilmektir. 


Fakat, ezici çoğunlukla bizler ne yapıyoruz? 
Takılıp kalıyoruz geçmişe veya "yarın ne olacak?" diye geleceğe. 

Çocukluktan kalan miras, yaşadıklarımız, aldığımız eğitim, aile, okul, sosyal yaşam bizi zorlu fiziksel dünyada belli kalıplara sokar ve devamlı olarak bir gelecek korkusu içimizi kemirir. İşte tam da bu sebepten içinde bulunulan anı ıskalarız. Yaşanan şeyin sebebini, gerçek manasını ve değerini anlayamayız. 

Fakat, bunu becerebilenler için her şey yaşanan o an'dadır. İçimize sindirmemiz gereken tam da budur. Eğer, ruhsal dünyamızı zenginleştirmek ve tekamül etmek istiyorsak, geçmişe takılmayacağız. 

Tabii ki, geçmiş bizi biz yapan değerlerle dolu ama yaşandı geçti. Sadece geçmişte yaşadıklarımız ve öğrendiklerimizden dersler alıp yola devam edeceğiz. 
Geçmişle yaşamayacağız, geçmişte yaptığımız hatalar için kendimizi suçlamadan yola devam edeceğiz ki, bir sonraki hedefi algılayıp, anlayabilelim; bir sonraki anın detaylarını iyice farkederek, an'ı özümseyerek doya doya bilinçli yaşayalım.

Yaşadıklarımızdan pişmanlık veya mutluluk duymanın ötesinde yaşananların neden yaşandığının cevaplarını arayıp bulmalıyız.
"Acaba, geçmişte yaşadıklarımdan ne öğrendim, nasıl bir ders almalıyım?" sorularını sormalıyız kendimize.


İşte bu soruların cevabı, bizi ruhsal dünyamızın derinliklerine götürecek, "Dünyada neden bulunuyoruz?" sorusunun da cevabı olacaktır.

Bakın MÖ 6. Yüzyılda yaşayan Çin'li bilge Lao Tzu an'ın önemini nasıl da güzel ifade etmiş;
"Üzüntülüyseniz, geçmişte; endişeliyseniz, gelecekte ve huzur içindeyseniz, şimdiki zamanda yaşıyorsunuz demektir."

Geçmişte biriktirdiklerimiz, duygu ve düşüncelerimiz bizim hayatımızı kontrol altına alan şeyler haline gelmiştir.
Farkındalık, işte bunu görebilmek ve anlamaktır.

Farkındalık; duyguların esiri olmadan yaşam boyu çevremize ördüğümüz kalın duvarların dışına çıkabilmektir. İşte bunu becerebilirsek tekamül yolunda mesafe kat ederiz...
Bunu anlayan, bunun farkına varan için geçmiş, şimdi ve gelecek hepsi aynı anlamı taşır. Bunun farkına varan kişi, evrenin düzenini anlamaya başlamış demektir.


Çoğunlukla yaptığımız en büyük hata, geçmişte yaşadıklarımızı değerlendirip, yapılan yanlışlara (Neye ve kime göre) düşünmeden takılıp kalmak ve kendini suçlamaktır.

En basit ifadesiyle; farkındalık, edinilen tüm tecrübelerin birikimiyle yargılama yapmadan onları kabul ederek, hesaplaşıp huzurla yola devam etmektir.
Farkındalık, "Bu dünyaya neden geldim?" sorusunun cevaplarını arama halidir.
Farkındalık önce tolerans, sonra da hoşgörünün gelişme halidir.
Farkındalık varlığın fiziki alemde bir hiç olduğunu anlama hali, bir bütünün parçası olduğunu görmektir.
Farkındalık, hiçliğe doğru giden yolda emek ve gayret isteyen bir uğraştır.
Farkındalık, bilginin bilgelik boyutuna taşınarak, gerçek bir olgunluk halidir. 
Farkındalık boyutuna ulaşanlar için çok farklıdır hayat. 

Bu şansa ulaşanlar için yaşamda aranan bir çok sorunun cevabı bulunmuştur. Bu cevapları bulanlar için yaşam karmaşıklıktan basite doğru evrilir ve bu kişiler daha dingin, daha huzurlu ve mutlu bir hayat sürerler.

Haydi gelin farkında olmaktan bir öteye geçip, farkındalık'a erişmek için biraz daha gayret gösterelim.

29 Ekim 2017 Pazar

DÜŞÜNCE / TEFEKKÜR - GERÇEK / HAKİKAT

Türkçede maalesef bazı kelimeler istenen anlamı tam olarak yükleyemiyor. Konuşurken sanki bazı şeyler eksik kalıyor, kendinizi ifade edemiyor, boşluğa düşüyorsunuz...

Dikkat edin sıkça karşınızdakine "Bilmem anlatabildim mi?" -
"İfade edebildim mi?" diye sormak ihtiyacı duyuyorsunuz.
Tabii burada şunu belirtmek lazım. Bu yaşanan sıkıntı sadece kelimelerin yüklediği mana farklılıklarından kaynaklanmıyor, aynı zamanda yaşanan kavram kargaşasının da bunda önemli rolü var.

Kelimelerin yarattığı mana ve anlam derinliği çok önemlidir. Konuşmalarımızda ve özellikle felsefi ve derinlik içeren konuları gündeme getirdiğimizde, bazı kelimelerin kulağa yavan geldiğine, çok sıradan kaldığına şahit oluruz. 

Sanki ruhu yokmuş, söyledikleriniz havada kalmış gibi hissedersiniz.

Dilimizin ve kültürümüzün en büyük zenginliklerinden olan ve asırlarca kullanılmış bir çok kelime maalesef dilimizden çıkarılmış ve kullanılmaz hale gelmiştir. Tabii ki, dil yaşayan bir şey, 100 yıllar önce kullanılan dil mutlaka gelişecek, değişime uğrayacak. Ancak, iki nesil kullandıkları kelimeler ile birbiri ile anlaşamıyorsa  orada ciddi bir sıkıntı var demektir.

Bu özellikle eski Türkçe diye bildiğimiz kelimelerde sıkça yaşanan bir duygu. Belki soracaksınız kelimenin de ruhu olur mu? Eğer, kullanılan kelimelerin arkasında derin mana bulabiliyorsanız, bilin ki o kelimenin ruhu var demektir.

Bugün benim sizlerle paylaşacağım konu spritüel alemle doğrudan ilgili bir konu olacak. Spritüel alemin önemli köşe taşı "Düşünce-Tefekkür" kelimesi ile "Gerçek-Hakikat" kelimelerini ve aralarındaki benzerlik ve derin farklılıkları anlatmaya çalışacağım. 

Önce düşüncenin tarifine bir bakalım;
Düşünce dediğimiz şey düşünme sonucu ulaşılan, düşünmenin ürünü olan görüş veya dış evrenin kişinin zihnine yansıması olarak değerlendirilebilir. Kelimenin kökü itibariyle bakacak olursak, bir konu hakkında irdeleme yapıp, fikir üretmek noktasına gelmek de diyebiliriz.

Ama, konu "Tefekkür" olunca iş tamamen değişiyor. İlk etapta, "Ne farkı var, tefekkür de düşünmek demek değil mi?" gibi bir şey söyleyebilirsiniz, ancak kelimeleri derinlemesine incelerseniz çok ciddi fark olduğunu göreceksiniz.

Aradaki en önemli fark birinin 3 boyutlu dünya alemi ile doğrudan ilgili olması diğerinin ise tamamen spritüel alemle ilgili olması. Yani düşünmek dünyevi bir mana ifade ederken, tefekkür ruhani bir mana ifade eder.

Düşünceye dalan kişi, tabii ki bir şeyleri düşünüyordur ama yukarıda da bahsettiğim gibi düşündüklerinin tamamı dünyevidir. İş, aile, çocuklar, sosyal yaşam, ilişkiler, kısacası dünyevi bir çok şey. Tamamı fiziki dünyaya ait olan ve burada sıralanamayacak binlerce şey söyleyebiliriz.

Peki "Tefekküre dalmak" dediğinizde aynı mıdır? 
İşte burada kesinlikle farklı bir kavrama geçiyoruz. Belki bu da bir nevi düşünmektir diyebilirsiniz ki, işte tam bu noktada aradaki önemli farklılığı anlatmak isterim.
Tefekküre dalmak, bütün ezoterik ve felsefe okullarında bambaşka bir şeyi ifade eder. Tefekkür Allah'ın yani yaratıcının yarattıkları, ilahi düzen hakkında düşünmektir. İslam dini için çok önemlidir ve tefekkür kökenli kelimeler Kuran'ın bir çok yerinde dile getirilmiştir.

Tefekküre dalmak insan denen varlığın kendisini tıpkı bir sorgulama odasında bulunuyormuş gibi hissetmesidir. Ancak, burada sorgulayan da, sorulara cevap verecek olan da kendisidir. Dünyaya geliş sebebi, neden bu dünyada olduğu, evrenin ve düzenin nasıl olduğunu sorgulamasıdır, tefekküre dalmak. 
Daha da ötesi ilahi nizam denen kavramı anlamak ve onu anlamlandırabilmek için kendi içine dönmesi demektir. İçine dönüp kendisi ile ilgili sorularına cevap aramaktır tefekküre dalmak. Tefekküre dalan kişinin sorduğu soruların tamamı ruhani dünya ve o dünyanın bilinmezlerine aittir. Onun cevaplarını arar tefekküre dalan insan. Tefekküre dalan insan yalnızlık ister, yalnız kalmak ister. Kendisi ile yüzleşmek, kendini tanımak, ruhunu tekamül ettirmek ister. İşte onun için tefekküre dalan insanın ilgi alanı kendi bilinmez ruhani dünyasıdır. Onu arar, onu bulmaya çalışır.

"Düşünceye dalmak" ve "Tefekkür etmek eylemlerinde olduğu gibi benzer şeyleri "Gerçek" ve "Hakikat" kelimeleri için de söyleyebiliriz.


Gerçek dediğinizde ağırlıklı olarak ifade ettiğiniz şey fiziki dünyada tezahür eden şeylerdir. Elle tutulur, gözle görülür anlaşılabilir her şey, gerçeğin bir yerde kendisidir.

Ama hakikat dendiğinde durum değişik bir hal alır. tıpkı tefekkürde olduğu gibi hakikat de bu aleme ait olmayanı aramaktır. Bu boyutta algılayamayacağımız, aradığımız şeydir hakikat. Hatırlanacağı gibi bu dünyada bulunmamızın yegane sebebi ruhu tekamül ettirebilmektir. İşte ruhumuzu tekamül ettirdiğimizde bulacağımız şeydir hakikat.


Ancak, bulmayı ümit ettiğimiz hakikat bu dünyaya ait olmayan ruhani dünyanın, spritüel alemin bir kavramıdır. 

Yukarıda dile getirdiğim gibi, bazı kelimelerin ruhu vardır, derin manalar içerir. İşte ruh dünyamıza kapı aralamamızı sağlayan "Tefekkür" ve "Hakikat" kelimeleri de bunlara en iyi örneği teşkil ederler.

Keşke yapabilsek ve tefekküre dalıp kamil insan olma yolunda hakikati bulabilsek.
Bulabilsek sonunda
ruhumuza ilaç olabilecek tekliği ve hiçliği... 

22 Ekim 2017 Pazar

BİLGİ - BİLMEK - BİLGELİK

Hepimizin yaşam boyu dilinden düşmeyen kelimeler dizisi.....

Bilgi, bilmek, bilgelik.....

Gelin öncelikle "Bilgi nedir?" sorusuna cevap arayalım.
Özet tarifi ile "Bir konu veya iş konusunda öğrenilen, ya da öğretilen şeyler." diyebiliriz. B
ilgi değişik uygulama ve çalışmaların kapsamına göre pek çok anlam içeren kompleks bir kavramdır.

Eğer genel ve daha kapsayıcı bir tarif yapacak olursak;
"İnsan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen ad" da diyebiliriz.
Dikkat ederseniz ikinci tarifte "insan aklının alabileceği " gibi bir kavram karşımıza çıkıyor. 

Evet, fiziki dünyaya ait bilgi dediğimiz şey insan aklının alabilecekleri ile sınırlıdır. Sadece duyu organlarımız ile fiziki dünyamızda bulunan objelerle ilgili algılarımız ve duyularımız ile oluşan birikim ve açıklama biçimi de diyebiliriz. 
Fiziki dünyaya ait bilginin oluşmasında binlerce yıldır yapılan gözlem ve deneyimlerin ve bunların nesiller boyunca aktarılmasının etkisi çok büyüktür.

Ancak, ben bugün sizlere fiziki dünya bilgisinden ziyade, ruhsal dünyamızdaki bilgiden bahsedeceğim.


Şimdi aklınıza muhtemelen şöyle sorular gelecek;
Fiziki dünya bilgisi ile ruhsal dünya bilgisi arasında ne fark vardır?
Fiziki dünyanın bilgisine bile halen ulaşamıyor iken, ruhsal dünyamızın bilgisine nasıl ulaşırız?


Yukarıda bahsettiğim gibi fiziki dünyaya ait bilgi duyularımız ile algıladıklarımızın birikimi. Yani, görerek, duyarak, dokunarak, kısacası beş duyumuz ile algılananların bir bütünü.
Ancak, ruhsal aleme ait bilgi bambaşka bir şeydir. Bu bilgi kişinin mesleği, konumu, sosyal yaşamı, varlığı ile alakası olmayan bambaşka bir bilgidir. 
Burada varlığın geçmişinden taşıdığı bilgi vardır. Bu bilgi varlığın ruhsal seviyesi ve tekamülü ölçüsünde olan bir bilgidir.

Bizim için önemli olan bu bilgiye nasıl ulaşılacağıdır. Bizden başkasının bulamayacağı, anlayamayacağı bir bilgidir. Ruhsal dünyaya ait bilgi insanın kendini bilmesinden geçer. 

Sadece dünyevi alem değil, ruhsal dünyalarını da zenginleştirenler bu derin bilgi haznesinin, bir başka ifade ile bilgi kütüphanesinin kapılarını sonuna kadar açabilirler.

Fiziki dünya ile bilebildiklerimiz, bugün içinde olduğumuz bilgi çağında bile daha hiçbir şey değildir. 
Belki şöyle de ifade edebiliriz; insan denen varlık olarak henüz hiçbir şey bilmiyoruz. Maalesef günümüz toplumunda, bildiğini zanneden ama daha hiçbir şeyden haberi olmayan milyonlar var.

İşin çok daha acıklı ve üzücü olanı ise bu tarz düşünceye sahip insanların nerede ise tamamı fiziki alemin mahkumu olmuş, ruhsal dünyada henüz olgunluğa ulaşamamış kişilerdir.

Bu kişiler bildiklerini zannettikleri şeylerin doğru olup olmadığı konusunda tartışma kabul etmezler. Ayrıca, mutlak doğru diye bir şeyin olmadığını bilemeyecek kadar da cahil kişilerdir. 
Bir toplum için en tehlikeli olan da budur. 
Üzücü olan bu insanlar bir şey bilmediklerinin farkında olmayıp, tek doğrunun kendi bildikleri olduğuna derin bir inanç duymaktadır. Daha da önemlisi bu insanlara doğrunun değişken olduğunu da anlatamazsınız.

Sanırım yeri gelmişken, burada doğrunun ne olduğu tarifini yapmak gerekir ki, bu sayede söylemeye çalıştıklarım daha bir anlam kazansın.

Doğru dediğiniz şey elinizdeki bilgi ile değişkenlik gösterir. Dolayısı ile sabah doğru dediğiniz şey akşama yanlış olabilir. Çünkü, elinizdeki bilgi ne kadar değişirse, doğru da o kadar değişkendir. 
Bugün bilim dünyasında bunun canlı örneklerini her gün yaşıyoruz. Özellikle tıp alanında dünün yanlışları doğru, doğru diye bilinenleri ise yanlış oldu. İşte, bunun tek sebebi de eldeki verilerin ve bilginin sürekli artarak güncellenmesi ve değişmesidir.

Bu nedenle fiziki alem için mutlak doğru diye bir şeyin olmadığı, ruhsal dünya için ise mutlak doğrunun aranan şey olduğunu belirtmek gerekir. O mutlak doğru ki, hiçlik ve teklik olup, yegane harcı da sevgidir..

Aslında mutlak doğruya giden yolda en basit yapılacak şey Sokrates’in de dediği gibi “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” düşüncesini hazmedebilmek, içselleştirebilmektir.

Bunu kabullenmiş kişiler, olayları ve karşılarındaki kişileri değiştirmek yerine, kendilerini değiştirmenin daha doğru olduğunu çok iyi bilirler.

Yine bunu kabullenmiş kişiler için en büyük bilgi, sebep aramadan mutlu olmayı becerebilmek, huzuru bulmaktır. Tıpkı sevgide tarif ettiğimiz gibi sebepsiz, nedensiz, niçinsiz huzurlu ve mutlu olabilme halidir.

Gerçek bilgiye sahip kişiler evreni ve ilahi nizamı anlayabilmek için gayret gösterir, fiziki aleme esir olmaz.

Gerçek bilgiyi arayan kişiler sürekli dünyaya neden geldikleri sorusuna cevap arayıp, dünya imtihanını başarıyla atlatmak isterler.

Bunu başarabilenler, fiziki dünyaya son derece bağlı ve tüm yaşamı öyle zannedenlere gülümseyerek, anlayışla bakabilir.

İşte bütün bu düşünceler ve bu sayede varılan nokta kişiyi bilge yapar. Bilgelik ruhun ölümsüz olduğunu bilip, bu aleme sadece ruhumuzu tekamül ettirmek için geldiğimizi bilmektir.

Bilgelik ben kimim sorusu ile kendini aramaktır.

Bilge kişi bilmenin yetmediğini, onu uygulayabilmenin esas olduğunu bilen kişidir.

Aranan şeyin, yani iç huzur ve mutluluğun maddi imkanlarla bulunamayacağını bilendir bilge.

Tıpkı Yunan tanrılarının;
"Mutluluğu insanın içine saklayalım, dışarıda aramaktan içine bakmayı akıl edemez" söyleminde olduğu gibi içine bakıp, içindekini arayıp görebilmektir bilgelik.


Özetleyecek olursak, bilgiden bilgeliğe giden yol dönemeçli ve zor gibi görülebilir. Ancak, yol haritasını ve nasıl kullanılacağını bilenler için hiç de zor bir şey değildir. 

Biraz inanç, biraz sabır, biraz gayret.... sadece bir başlangıç, atılacak bir adım..... 
Hiçbir zaman geç kalınmış değildir.... 

Unutmayın, başlanmamış hiçbir şey bitmez....