2 Eylül 2018 Pazar

İÇİMİZDEKİ HAZİNE

Hatırlarsanız geçmiş yazılarımda bilinç ve bilinç altı hakkında bazı bilgileri sizler ile paylaşmıştım.

Bilinç dediğimiz kavram fiziki alemdeki bilgi birikimimizi ifade ederken, bilinç altı dediğimiz bölüm geçmiş yaşamlarımıza ait tüm bilginin bulunduğu alanı tarif eden bir kavramdır.

Gelin fiziki alemde kullanılan bilinç kavramı yerine, ruhsal dünyamızla doğrudan ilgili bilinç altı kavramına göz atalım.
Bilinç altı dediğimiz alan aslında bilincimizle doğrudan ilgili, tüm yaşamımıza birebir bağlı bir alan. Bilinç ve bilinç altını fiziki yaşam boyunca yan yana iki daire komşusu, hatta aynı evde bitişik duvarı olan iki oda komşusu gibi de değerlendirebilirsiniz.

Şöyle bir düşünün; doğduğunuz andan itibaren bilinciniz fiziki yaşınızla birlikte sıfırdan gelişir ve şekillenirken, bilinçaltınız tüm yaşamınız boyunca geçmişten gelen sabit bilgi ile sizinle beraberdir. Yaşamınız boyunca aynı bedende yan yana var olan iki değişik alan...


Peki, şimdi soralım kendimize, bu iki alan arasındaki ilişki nedir ve ne olmalıdır?
Eğer, bilinçaltımız geçmiş yaşamların birikimi, tüm bilginin kayıtlı olduğu yer, büyük bir kütüphane ise, doğal olarak bizim için yaşamsal bir önemi vardır. Çünkü, aslında bilinçaltımız bizim en kıymetli hazine sandığımızdır.

O zaman soralım kendimize, bizim için bu kadar kıymetli hazine sandığının kapağını aralayıp da, hiç içine bakıyor, o büyük kütüphanedeki bilgiyi hiç merak ediyor muyuz?

Maalesef insanoğlu denen varlık yaşamı boyu yanı başında olan, birlikte olduğu bu hazine odasının kapısını aralamaz, aralamak istemez. Sebep aslında basittir..... bilinçaltı dediğimiz odanın içinde gerçeğin kendisi vardır. 
Kişi o odaya bir girebilse, o odada düşünmeyi, soru sormayı, ne yapması gerektiğini, bu dünyada ne aradığını, neden bulunduğunun cevaplarını bulacaktır. O odada bulacağı aslında tam da kendisidir ama gelin görün ki, bu manzara onu memnun etmez. Zira, o odaya girdiğinde göreceği şey kendisi olmakla birlikte, bunu kabullenmek hiç de kolay değildir. 
Zaman zaman zor da olsa, aralar kapısını bu hazine sandığının, cesaret bulur, bir bakayım der ama hemen oradan çıkar, terk eder.

Düşünmemek elde değil; böyle bir hazine varken neden kaçar insanoğlu, neden böyle bir fırsatı elinin tersi ile iter?
Sebep basittir, o odada aslında bulacağı kendisi, sorgulayacağı da kendisidir. Yüzleşeceği, yüzleşme sonunda bulacağı da gerçek kendisidir. İşte bu yüzleşme hiç de cazip değildir. Zordur, yorucudur, zahmetlidir. Doğası gereği zordan kaçar ve yüzleşme denen şey insanoğluna hiç de cazip gelmez.

Halbuki, bakmayı bir başarabilse o içindeki gizemli, bilgi dolu, serüven dolu hazineye... bambaşka bir hayatı olacak, doğrudan hedefe yönelecek, neden dünyaya geldiğinin cevabını bulacaktır. Erişeceği bu bilgi ve geçmişin tüm yaşanmış tecrübesi, aslında onu özüne döndürecektir... Özüne ve gerçek ruhuna...

Peki, insanoğlu genelde nasıl davranıyor ve elinin tersi ile bu şansı neden iteliyor?
Yukarıda bahsettiğim gibi yüzleşmek zorlu bir yolculuktur, cazip değildir. Bunu başaran insan sayısı sınırlıdır ama başaran sınırlı sayıdaki insan da, yaşamın şifresini çözebilen, daha da ötesi, tekamül denen yolda mesafe kat eden insan demektir.

Bu yoldan kaçan, kolaya kaçan insan için yaşam dünyanın aldatmacaları içinde kaybolmak demektir. Dünya nimetlerinin aldatmacası içinde savrulup gitmek, her geçen gün benliğinden, özünden, ruhundan uzaklaşmak, kısacası; dünyada bulunma sebeplerinin uzağında boş bir hayat geçirmektir.

Boş, huzursuz, mutsuz bir hayat...
Aradığınız gerçekten böyle bir hayat mı, yoksa biraz gayretle gerçek kendinizle tanışarak bambaşka bir hayat mı?
Her şey sizin elinizde... kendinizi engellemediğiniz, kendinizden kaçmadığınız sürece...