2 Aralık 2017 Cumartesi

EN BÜYÜK HATAMIZ....

Yaşama adım attığımız günden itibaren sürekli olarak tıpkı bir paratoner gibi her türlü bilgiyi doğru, yanlış üstümüze çekeriz.

Bu bilgi aile, okul, kültür, din, coğrafya doğrultusunda dağarcığımıza tıpkı bir oya gibi işlenir. Yol boyu edinilen bilgi çerçevesinde şekillenen bilincimiz de, yaşam boyunca bu bilgiyi kullanır ve bizler bu şekilde bazı alışkanlıklar kazanmış oluruz..

Ancak, bu alışkanlıkların bir kısmı doğru dediğimiz bilgi ile oluşurken, bir kısmı da yanlış bilgi çerçevesinde oluşur. 
Yani, kararlarımızı verirken referans aldığımız bilgi her zaman doğru  temelli bilgi değildir ve doğal olarak kararlarımız da doğru bilgiye dayanmayabilir.

Belki bu vesile ile doğrunun subjektif olduğu, zaten mutlak doğru diye bir şey olmadığını ve doğru diye kabul edilen her bilginin eldeki verilere göre oluştuğunu, veriler değiştikçe doğru kavramının da değiştiğini söylemek gerekir.

Tabii ki, şunu da belirtmek gerekir ki; beşer olmanın ve ruhun tekamülü gerekliliği çerçevesinde, davranışlarımız sadece son yaşamımızda öğrendiklerimizle bağlantılı olmayıp, geçmiş yaşamdan taşıdığımız ve bilinç altımızda bulunan tüm bilgi de davranışlarımızı doğrudan etkilemektedir.

Bizler, alışılmış ve bilinen tarifi ile günlük hayatımızda, bütün bu davranışların toplamına kısaca karakter diyoruz. 
Çok doğal olarak, insanlar yaşam süresince aldıkları bilgi ve beraberinde varoluştan bu yana genlerinde taşıdıkları mirasla oluşan karakterleri ile farklı, farklı davranışlar sergilerler.

Fakat, nerede ise tüm insanlığın sergilediği çok önemli ortak ama oldukça yanlış bir düşünce ve davranış şekli vardır.

Peki, nedir bu ortak davranış şekli?
Bu, insanların acımasızca birbirini eleştirmesi, tenkit etmesi ve yorumlar yapmasıdır.

Bu bir insan olarak, günlük hayatta sürekli yaptığımız ama son derece hatalı bir davranıştır. İlahi düzen çerçevesinde ve ruhsal tekamülümüz için hiçbirimizin bir diğerini kınaması, tenkit etmesi ne hakkımız, ne de haddimizdir.

Olaya ruhani dünya penceresinden bakarsanız, belki izah etmek daha kolay olacaktır.
"Sıkça sorduğumuz ve cevabını aradığımız şey nedir?" 

Bir başka şekilde soracak olursak;
"Bu dünyaya, yani fiziksel dünyaya  neden geliyoruz?"

Sanırım, spritüel aleme ilgi duyan herkes bunun cevabını biliyor; aslında cevap çok basit; 
"Ruhumuzu tekamül ettirebilmek."

İşte, bu amaç için yaşam denen senaryoya ihtiyaç var. Aslında yaşam dediğiniz şey, içinde kendi kural ve kaideleri olan bir oyun alanı.
Bu oyun alanında beş duyu ve zaman gibi kavramlar var, dualite denen çok önemli bir denge sistemi var, enerji var, vicdan var, nefs var... Kısacası, yaşam dediğimiz şey bir çok kural ve kaidesi olan bir oyun alanıdır. 

Bu oyun alanına, bir başka şekilde ifade edecek olursak,  imtihan alanı da diyebiliriz. 
Bizler bu oyun alanında oynamak için önce gönüllü oluyor ve bunun için yaşam senaryomuzu hazırlıyoruz. Arkasından, bu senaryoyu en iyi şekilde oynayabilmek için doğumumuz ile fiziki aleme adım atıyoruz. 

Unutulmasın ki, yaşam senaryosu bizler tarafından hazırlanıp, bizler tarafından sahneye koyuluyor. 
(Bu konuyla ilgili olarak ruhun tekamülü konusunda bahsetmiştim)

Özetle söylemek gerekirse, herkes kendi seçtiği senaryoyu oynamak için bu dünyaya adım atıyor. Dolayısı ile hepimizin şu noktayı çok iyi anlaması ve kendine tekrar etmesi gerekiyor: 

"Benim senaryom hiç kimseyi ilgilendirmez, tıpkı başkasının senaryosunun da beni ilgilendirmediği gibi." 

Rol ne olursa olsun, rolü seçen, oynayan, neticesinde nasıl oynadığının hesabını verecek, muhasebesini yapacak olan bizzat kendimiziz. Bu konuda, "Ölüm Sonrası" ve "Spatyom Alemi" başlıklı yazılarımı okuyanlar, söylediklerimi daha iyi değerlendireceklerdir.

Madem senaryoyu ben yazıyor, rolü ben oynuyor ve neticesinde oynadığım oyunu ben değerlendiriyorsam; kim, hangi hak ve yetkiyle beni tenkit edebilir?

Maalesef, hepimizin yaptığı ve kendimizi alamadığımız en önemli yaşam hatalarından birisidir, başkalarını tenkit etmek, "doğru" veya "yanlış" diye yorumlamak...

Gelin daha basit, daha huzurlu bir yaşam sürmek için bundan kurtulmaya gayret edelim. 

Bunun için yapılması gereken çok basit. 
Öncelikle ilahi düzeni anlama gayretinde olalım. Yaşam dediğimiz şeyin bir nevi sihir olduğunu, sadece 3 boyutlu dünyadan ibaret olmadığını anlamaya çalışalım.
Gördüğümüz her şeyin, aslında bizim yansımamız olduğunu anlamaya çalışalım.
"Tevazu", "Tolerans" ve "Hoşgörü" kavramlarını hayatımıza adapte etmeye gayret edelim. 
Bilir misiniz ki, tüm ezoterik öğretilerin temelinde, tasavvufta, uzak doğu felsefesinde bu 3 ana kavram vardır. 

Tevazu sahibi olup, başkalarının manipülasyonuna gelmemeye bakın. Hatırlatmakta fayda var, manipülasyon sadece kötü sözle değil, iyi sözle de yapılabilir. Yani başkalarının ne söylediğini üstünüze almayın, kimsenin oyun alanınıza girmesine müsaade etmeyin. (Hatırlarsanız bir önceki yazımda bu konuya değinmiştim.) 
Sonra, fiziki alem şartlarında karşılaştığınız ve yaşadığınız şeyleri tolere edin. Son olarak bütün bunları iç dünyanızda, ruhsal dünyanızda gönül gözü ile görmeye gayret edin, yani hoş görmeyi öğrenin.

Bilir misiniz, biz insanlar hep kolaya kodlanmışızdır. 
Bu da yaşam denen oyun dünyasının bir başka kuralıdır. İnsan olarak doğamız gereği bize kolay gelene meyil ederiz.
"Başkasını tenkit et, yükü üstünden at." 

Peki, bu yapılan adaletli bir şey midir? Tabii ki, hayır.
Hiç kendimize bakmaz, kendimizle yüzleşmeyiz.

Çünkü kendimizle yüzleşmek zor, kaçmak ise en kolay olanıdır...