9 Eylül 2018 Pazar

KAVGAMIZ KİMİNLE?

İnsanoğlu doğası gereği sürekli karşısındakinde kusur arar, hatalarının faturasını genelde karşısındakilere çıkarır.
Peki bu söylem herkes için geçerli midir? 
Tabii ki istisnalar vardır ama genelde karşılaşılan durum, giriş cümlesinde söylediğim gibi tezahür eder ve çoğunluk yaptığı hatayı kabullenmez.

"Bunun sebebi ne olabilir?" diye uzun zamandır, sorgular dururum.
Neden hatalarımızı başkasının omuzuna yükleme gayreti içinde oluruz, neden yapılan hatalarda suçu başkasında arar da kendimizi hiç sorgulamayız?

Kanaatimce, bahsettiğim bu konu ruhsal gelişimin önemli merhalelerinden birisidir. Ruhsal gelişimde belli bir olgunluğa erişen ve ruhsal dünyaları ile fiziksel dünyaları arasında denge kurabilen kişiler bunu başarabiliyor ama bunu gerçekleştiremeyen kişiler, maalesef bunu başaramıyor. Bunun yegane sebebi kendileri ile yüzleşmeyi beceremedikleri ve sürekli olarak kendilerinden kaçmaları. Eğer, yüzleşme işini başarabilseler zaten sorun ortadan kalkacak; yüzleşmeyi yapabildikleri için olası hatalarını ve kusurlarını görebilecekler, hatta yaptıkları hareketlerin doğruluğu veya yanlışlığını mukayese edebileceklerdir.
Ama genelde sergilenen davranış şekli böyle olmaz, insanlar kendi hata ve kusurlarını, hatta başarısızlıklarını görüp düzeltmeleri gerekirken, tam aksine karşılarındaki insanları suçlamayı ve yükü üstlerinden atmayı benimserler. 
Bu onlara en kolay gelen yol olmakla birlikte, maalesef sorunu çözmeyip, ruhsal dünyada daha derin yaralar, tahribatlara sebep olur. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yüzleşmeyi beceremeyen insanlar, sorunlarını tıpkı bir halının altına süpürülen tozlar gibi biriktirip, içlerinde saklarlar, bu da bir tür ruh kirliliği yaratır.

Sürekli olarak bahsettiğimiz ezoterik öğretilerin hepsinin temelinde bulunan ana öğreti, belki de her şeyin temelini oluşturan "kendini tanımak ve kendinle yüzleşmek" kavramı burada da karşımıza çıkmaktadır.
Bilir misiniz ki, aslında hata ve kusurları başkalarına atan insanların tamamı kendi gerçeğinin farkında olmayan veya kendi gerçeğinden kaçan insanlardır. İçin için kızdıkları aslında kendileridir ama bununla yüzleşmeye cesaretleri olmadığından, kolaya kaçar, karşılarındakileri, kendileri dışındaki insanları suçlarlar. Kibir diye adlandıracağımız ve insanoğlunun kendisine en büyük zararı veren duygu, işte böyle anlarda devreye girer. 

İsterseniz bu vesile ile kibir denen bu duygunun açılımına bir bakalım;
Kibir; insanın fiziki dünyaya ait değerleri yani;  mevki, makam, bilgi, zenginlik, soy, güzellik gibi hususiyetleri sebebi ile kendisini diğer insanlardan üstün görme hastalığıdır.

Ama şurası bilinmelidir ki, kibir hiçbir sorunu çözmediği gibi, insana bir yardımı da olmaz. Sadece gerçeklerden uzaklaşmak, gerçekleri kabul etmemektir, kibir duygusunun verdiği... Gerçek yüzü saklamak için takılan bir maske gibidir. Evet, bir an için insan kendini aldatmış, sözüm ona olayı çözmüştür. Ancak, çözülmüş bir tek şey yoktur, tüm sorunlar ortada durmakta ve sadece görmezden gelinmektedir.
Bilir misiniz ki, hataların ve kusurların kabullenilmesi, insanın bunları önce kendi iç dünyasında itiraf etmesi ve sonrasında hata ve kusur yaptığı kişi ile paylaşması, özür dilemesi en büyük erdemdir.

Peki bu özür dileme, karşısındaki kişi için çok önemli midir?
Bence bu hareketin en büyük katkısı, bu davranışı sergileyen insana, yani kusurları ile yüzleşen insanadır. Çünkü bunu yaparak, o insan tekamül yolculuğuna çıkmaya hazırdır, tıpkı uzun bir seyahate çıkacak yolcunun, yol öncesi hazırlığı gibidir.
Kendini tanımaya karar vermiş, hata ve noksanlarını görüp yüzleşmeyi kabul etmiş, kibrini ve dolayısı ile tekamül yolundaki en büyük engeli, kendisini yenmeyi öğrenmiştir. 
Tıpkı insanın kendini yeniden keşfetmesidir, kendi gerçeğini görmesidir. Kendini tanımış, öz güveni yerine gelmiştir. Kibir denen duygunun en büyük düşmanı olduğunu anlamaya başlamıştır. 

Bu süreçte insan kendini sorgulamayı öğrenmiş ve şunu sormuştur kendisine;
Acaba bende de hata olabilir mi?
Acaba yaşadıklarımın sebebi ben miyim, yoksa çevrem veya çevremdeki kişiler mi?
İşte bu soruların sorulmaya başlamasıdır, ruhsal tekamül yolculuğuna çıkış...

Bir şeyin daha farkına vardırır tüm bu sorular ve insan sorar kendine.....
İnsanlarla yaptığım kavga, aslında benim kendimle olan kavgam mıdır?
Yaşama bu pencereden bakmayı beceren insan, yaşadıklarını analiz eder, bulduğu hatalı alanları kabul eder, kendisi ile iç huzurunu sağlar ve dolayısı ile çevresi ile de huzuru sağlamış olur... Başkalarına yaptığı haksız suçlamaların sorgulamasını yapar, tolerans ve hoşgörü kavramlarının derinliğini anlamaya ve onları yaşamında uygulamaya başlar. Bu yolda attığı her bir adım, ona yeni kapılar açar, tekamül denen kavramı içselleştirir, algılarının nasıl da hızla açıldığını görür. Bütün bu süreçte öz güveni daha da artar ve yaşam onun için bir oyun olmaya başlar.
Ne yaşamak istediğini, nasıl yaşamak istediğini bilen; önce kendisi, sonra çevresi ile barışık bir insan olur. İstediğinde çok zor olan fiziki alem şartlarının, sadece bir algı değişikliği ile nasıl da basitleştiğini görmeye başlar. Aslında tüm olanlar ve olacakları kendisinin hazırladığını anlar. Bu bir farkındalık sürecidir, yeni bir yaşama adım atmaktır.

İnsanın, kibirli duruşlarla yarattığı ayrıcalıklı rollerin getirdiği yükü taşımaması ve bu yükün etkisi ile kendisi, karşısındakiler ve etrafında  gelişen olaylarla sürekli çatışmaması, çok büyük bir lükstür. 
Huzurlu ve dingin bir yaşam ancak gereksiz yüklerden kurtulup, insanın kendisi ile olan kavgasına son vererek, iç çatışmasından  arınması ile mümkündür...